Dünü, Bugünü ve Yarınıyla Süleyman Demirel

 

Yazan: Necip Fazıl

ADALET PARTİSİ

Halk Partisi’nin, 27 yıllık, tek kelimeyle şekâvet devresinden sonra, tam bir nefs ve dünya murakabesine malik olmaksızın iktidara gelen Demokrat Parti, “devre-i sabık yaratmayacağız!“ nakaratıyla eski hesapları kökünden ele almayıp birçok sahada aynı günahlara devam edince, sırf yerini aldıklarının zulüm ve ceberuduna yabancı olmak, üstelik C.H.P`den müdevver felaketlere de hedef tutulmak yüzünden bir gece baskını neticesinde devrilmiş; halkda bu zayıf tecrübenin bile yaşatılmasına mani bir zeminin açıldığı hissi doğmuş ve derin derin inkisar ıstıraba yol açmıştır.

İşte bu milli inkisar ve ıstıraptır ki, Adalet Partisini doğurmuştur.

Daha açığı, muazzez Türk ordusu içinde yumruk imtiyazını kafa hakkından üstün gören fikirsiz ve irfansız bir hizbin nefsanî davranışı Türk milletini o türlü müteessir etmiştir ki, halk, bütün bu gidişe muhafelet dairesini hiçbir rehber ve lidere muhtaç olmadan bizzat çizmiş, Adalet Partisi’ne de bu hazırlop dairenin merkezine meccanen oturmaktan başka bir şey düşmemiştir.

Bir (Tez) belirtmek yerine bir (anti tez)den başka bir şey ifade etmeyen bu oluşun meccani güdücüleri davanın fikriyatını ve iç mimarisini kurmak ehliyetinde olmadıkları için, mahut davranış, hissi bir muhalefetten ileriye geçemedi ve ilk Genel Başkan Gümüşpala, ordu ruhunu Milli Birlik komitecilerinden daha gerçek aksettirdiği halde bekleneni yerine getiremedi.

O zamanlar, son derece hamarat bir faaliyetle Adalet Partisine fikir şırınga etmeye, yahut ettirmeye çalışan Maraş senatörü rahmetli Nedim Evliya, beni, ilk defa olarak Gümüşpala ile tanıştırmış ve Paşa’nın evinde saatlerce süren bir mülâkat neticesinde, dâvayı en mahrem köklerine kadar ortaya dökünce, şu cevabı almıştım:

-Sözlerinizi dikkatle dinledim ve belirttiğiniz nice hakikatler önünde âdeta dehşet duydum. Fakat itiraf etmeliyim ki, bende bu dâvayı (ideolojik) plânda ele almak, onun fikir mimarlığını yerine getirmek ve aksiyonunu sağlamak kabiliyeti yoktur. Ben nihayet selim akılla hareket etmeye bakan bir askerim. Elimden başka bir şey gelmez!

Ve Paşa’nın evinden ayrılırken yanımdaki senatöre şöyle demiştim:

-Paşa samimi bir insan…Bu bir fazilet ve çok az insanın nasip alabileceği bir kıymet… Açıkça söylüyor, “bu benim işim değil!” diyor. Keşke herkes aynı itirafta bulunabilse… Ama netice değişmiyor: İflâs!..

Partinin o zaman Genel Başkan Vekili, hele Gümüşpala’nın vefatından sonra doğrudan doğruya güdücüsü Sadettin Bilgiç ile temasa geçmiş ve bu katıksız Anadolu çocuğundan aldığım intibaa göre ümidimi bu zata bağlamakta, onu bir fikir ve (ideoloji) hormonu ile beslemekte fayda görmüştüm.

GENEL BAŞKAN

İşte tam bu sıralarda ve Adalet Partisinin cansız gittiği hengâmede, onun, sırada ikinci olsa da, oluşunu temellendirmek bakımından birinci sayılabilecek büyük kongresi toplanıyor ve güdücüsünü heykelleştirmek vazifesi doğuyor. Adalet Partisi ne olacaksa bundan sonra olacaktır.

Birdenbire, belki politikacılar muhiti ve kendi öz çerçevesinde bilinen, fakat umumî efkârca hiç tanınmayan bir adam çıkıyor ortaya; Demokrat Parti devrinin Nafıa Bakanlığına bağlı Devlet Su İşleri Umum Müdürü Süleyman Demirel.. Partinin oluş devresini çerçeveleyen büyük kongresinde Genel başkan namzedi… Başlıca rakibi de, en nazik hengâmelerde partinin çilesini çekmiş ve onu o güne kadar getirmiş olan Sadettin Bilgiç…

O Sadettin Bilgiç ki, başlangıçta Adalet Partisine yöneltilen yumruklara, nümayişlere ve baskın teşebbüslerine hedef olmaktan kaçınmamış, Meclis içi ve dışı bütün taarruzları boksörlerin talim yastıkları gibi bağrında toplamış; ve o Süleyman Demirel ki, Partinin basılacağı bir tehlike gününde aynen:  “Ben servetimi tehlikeye koyamam ve bu maceraya girişemem!” Deyip, içi okkalarla mal alacak-nasıl bir mal siz kestirin- lengervâri şapkasını başına geçirdiği gibi sıvışıp gitmiştir.

Bu adam, şimdi, her köksüz hareket gibi, 1960 gece baskınının tesirini yavaş yavaş sönmeye başlamış görünce, millî inkisar ve ıstırap dairesi olarak vücut bulan Partiyi kolayca devr ve teslim almak, en ucuz tarafından kahramanlığa yükseltmek ve millî inkisar ve ıstırap temelinin üzerine şahsî ihtiraslarının binasını çıkmak sevdasındadır.

Kendisini, masonluk, yahudilik, karanlık sermaye ve millî çıkara aykırı zümre kapitali tuttuğu için, bu meccanî oluşa, veryansın, bir sürü yatırım…

Karşısında Sadettin Bilgiç ve birkaç arkadaşı vardır; onların da ne kitleleri fikir ve kelâm kudretiyle bağlayabilecek ruhî sermayeleri, ne de madde ve menfaat ağı içinde avlayabilecek paraları mevcuttur.

İkinci, yahut ilk büyük kongrede bütün köşeler ve işaret taşları tutulduktan sonra, sıra, dâvayı gûya fikirde kurtarmaya kalıyor ve bunun için Demirel’in üzerine yöneltilen iki suçlamadan temizlenmesi gerekiyor:

1-O bir masondur!

2-Türk’ün ruh köküne (İslâmiyet) yabancı bir insandır!

Cevapları hazır:

1-Mason olmadığına dair, Mason Kulübünden alınmış bir vesika…

2-Nasıl bir aile ve terbiyeden geldiğine ait “benim ailem Kur’âna el sürmeden sabah kahvaltısına oturmaz!” şeklinde bir misâl…  Demirel, Genel Başkanlığı aparışındaki taktiğini artık bir daha suratlarına bakmayacağı eski Demokratlara yanaşmakla da göstermiş ve başta Akbank’ın bir nevi patronu makamındaki Ahmet Dallı olmak üzere nice kredi müesseselerinin desteğini sağlamıştır.

Sizin Mason olmadığınıza dair Mason Kulübünden belge almanız, iffetli bir kadının randevu evinden, orayla münasebeti olmadığına dair vesika almasından farksızdır; ve masonlukla münasebetiniz olmadığına değil, aksine, tam ve kurmayca bir alakanız bulunduğuna delildir!

Sizin, “benim ailem Kur’an’a el sürmeden sabah kahvaltısına oturmaz!” şeklindeki lafınız, hakikatte müslümanlığı asla bilmediğiniz ve dinimizde hristiyanvâri kitaba el sürmek diye bir âdet olmadığından habersiz bulunduğunuza delildir!.

Reyin Kime? Akbank patronu Ahmed Dallı’ya telefonda soruyorum:

-Reyini kime vereceksin?

-Tabii Saadettin’e

-Bravo!

Halbuki Ahmed Dallı, kalabalık bir maiyet ve koca bir buket halinde reyini Demirel’e sunmuş, fakat önceden bunu gizlemeyi mason politikasına uygun bulmuştur.

İKTİDAR

Nihayet 1965 seçimleri ile iktidar… Şaşkın ve kekeme koalisyon devresi sona ermiş, Demirel’in tabiriyle “millî bakiye tuzağı”na rağmen millî ümit Adalet Partisi üzerinde tecelli etmiş ve artık mâna, istikamet ve hamlelerini tayin etmekte Adalet Partisi iktidarına tanınacak hiçbir özür kalmamıştır.

Heyhat ki, asıl fiyasko devresi bundan sonra başlamış ve ilk üç yıl içinde (1965-1966-1967) tıpkı Adnan Menderes mihrakında olduğu gibi, kaderin “ya ol, ya öl!” hükmü tam bir menfi tutum ve ters gidiş yönünde tecellilerini göstermeye başlamıştır.

Bu devrenin (ideolojik) bi tecrit ve teşhisten mahrum, fikirsiz ve idealsiz ruh çöküntüsü, onun yanında da milleti madde plânında karanlık sermaye ve düşman zümreler çıkarına harcayıcı iş ve idare tarzı, 1967 yılında neşredilmiş yazılarımdan (4,5 ve 6 numaralı çerçeveler) pek güzel anlaşılabilir.

BU ZAT

Bu zat, büyük bir ümidi kırmaya, millî hasreti inkısara uğratmaya memurdur. Onun içindir ki, doğrudan doğruya düşman ve açıkça millî gayza hedef bilinenlerden daha zararlıdır. Zira düşmanlara ve gayz hedeflerine karşı fertler ve topluluklar, her ân tetikte ve müdafaa durumundadır. Böylelerine karşı ise: Biraz daha sabredelim! Bir müddetçik daha deneyelim!

Gibilerden, boş ümitler peşinde, herhangi bir davranışa geçememek, uyuşup kalmak, böylece gafil avlanarak herşeyi kaybetmek vardır

Düşman vatan beldesini kuşatır ve türlü silâhlarıyle karşımızda ayan-beyan zuhur eder. Ona karşı elimizden geleni yapar, hiç değilse ne yapıp ne yapamayacağınızı kestirirsiniz. Fakat düşmana karşı kendi öz ordumuza seçtiğimiz ve bütün ümidimizi bağladığımız kumandan, aslâ düşmanı çiğnememek gayesini güder, sizi avutur, işi orta malı meslekî kumandanlık hizmetlerinden ibaret bırakır, böylece düşmana zafer sağlamaya çalışmasa bile millî zafere engel olmaya ve günübirlik bir akamet politikası kullanmaya bakarsa, bu hal düşman tarafından esir edilmekten beterdir. Zira düşman istilâsından bir gün kurtulmak ve zafere ulaşmak ihtimali vardır da, millî zafer yolunu ebediyyen tıkayıcı müzmin bir vaziyetten necat bulmanın imkânı yoktur. Düşman bir kerecik kaybettirir, öbürü ise devamlı olarak kazanma imkânını kaldırır.

Bu zat, işte böyle bir oluş havası içinde bir türlü olamamanın ve oluş talihini kaybettirmenin felâketli misalidir.

Bu zat, Partisinin, çile günlerinde, kapılarının kırıldığı ve eşyasının yakıldığı zaman “ben servetimi ve şahsımı tehlikeye atamam!” diyerek arka kapıdan çekilip gittikten sonra, ortalık yatışınca cümle kapısından tekrar görünen ve malûm kulis esnaflığı ve ihsanlarıyle birdenbire liderliği devşiriveren kimsedir. 

Bu zat, Partisinin kuruluşundan sonraki ilk Genel Başkan seçimlerinde, millî ıstırap ve inkısar ruhunun zafer bulmasını beklediği idealist seviyeye mahsus ulvî silâhlar yerine, eski DP politika ve menfaat ustalığının hasis vasıtalarını kullanan ve o yoldan galip gelen kimsedir.

Bu zat, daha o zamandan, dindar olduğunu ve mason olmadığını isbata çalışırken, dindar olmadığını ve mason olduğunu göstermiş, fakat bütün dikkatlerden kaçırmış olan kimsedir.

Bu zat, Başbakanlığında, kendisine rakip, kendisini tamamlayıcı, belki de iptal edici bir şahsiyete yol açılmasın diye Başbakanlık Yardımcılığını kaldırmış ve kabinesini bu hesaba göre kurmuş sonra da günlük plânda “icra-yı hükûmet”den başka bir gayeye iltifat etmemiş olan kimsedir. Bu zat, sırayla birbirine dayalı millî irade, Meclisler, hükûmet ve icra kuvvetleri arasındaki ters muvazeneyi, hünerli ve cesaretli bir çıkıkçı gibi, kemikleri yanlış kaynama noktalarından kırıp yerli yerine oturtacağı ve yeni bir kaynamaya zorlayacağı yerde, bu (anormal) vaziyeti devam ettiren ve 163 ve Tedbirler Kanunu soyundan İnönü yasalarına yapışan ve selâmeti onlarda arayan kimsedir.

Bu zat, Türkün ruhuna yakınlık vadettiği için iktidara gelen Partisinin son Büyük Kongresinde, iman suçu bir tarafa, politika gaflarının en büyüğü şeklinde ve İnönünün bile ağıza almadığı tarzda: – Kimsede Şeriat özlemi yoktur! Sözünü ağzından kaçırmış olan kimsedir.

Bu zat, iki yıllık iktidar devresi içinde İnönü masallarının en gülüncü olan plân gözbağcılığına, (zira Türkiye evini evvelâ yangından ve yıkıntıdan kurtarmak ve ancak ondan sonra bir onarma ve döşeme plânına tâbi kılmak şarttır.) kapılmaktan başka tek eser veremeyen kimsedir.

Bu zat, kendisine rakip bildiği, herkesin de ruhçu ve milliyetçi cephenin başı sandığı bir ferdi nihayet Bakanlığa razı edip onu harcama, milleti de kandırma yolunu tutan ve böylece mücerret devlet büyüğü zekâsını değil de, müşahhas tezgâhtar açıkgözlülüğünü bihakkın gösteren kimsedir.

Bu zat, Türk hükûmetleri bakımından en müsaidi gördüğü için İstanbula gelip Ayasofya’yı mânen teslim almak ve Ege’yi mukaddes saha ilân etmek taktiğindeki Papanın karşısına dikilemeyen, dolayısıyle bütün bu avantajları Hristiyanlığa bahşetmiş olan kimsedir.

Bu zat, kendi devrindeki Millî Eğitim cihazının hiçbir zaman görülmemiş çapta sola kaymasına ve sol yayınlara kucak açmasına seyirci kalan kimsedir.

Bu zat, seyahate berberiyle çıkacak kadar hevesli zevcesini, hanım hanımcık evine bağlayamayan, bu işi “millî vazife” diye gösterici (monden) traşçının da ağzını tıkayamayan, üstelik “ben küçük işlerle uğraşamam; bunları Dış İşleri Bakanıma sorunuz!” karşılığını vererek en nazik bir makam sahibini hususî kâtibi veya oda hizmetçisi seviyesine indirecek derecede siyasî anlayıştan mahrum olduğunu belli eden bir kimsedir.

Hâsılı bu zat, koca bir inkılâp, gerçek bir inkılâp namzedi Başbakana mahsus kültürden, edadan, duygudan, anlayıştan, tecrübeden, ihtisastan uzak, sadece rahatsız olmaksızın gününü gün etmek muradında ve Türk milletinin en büyük hasretini iflâs noktasına getirmek yolunda bir kimsedir ve AP’yi düşmanlarından kat kat tesirli olarak çürütmek ve kurutmak rolündedir.

Bâkisi dua…

Her şeye rağmen içinde bazı hallerin kaynaştığına inandığım, fakat aksiyoncu ve inkılâpçı mizaçtan uzak oldukları için bir şey yapabilmelerine pek güvenmediğim bazı D.P.’lileri, Ankara’da, geç vakitlere kadar süren toplantılarla bir mihrak fikir etrafında toplamaya çalışmış ve uzun, geniş ve derin fikir buutları üzerinde dönülüp dolaşıldıktan sonra benden, Parti içinde bu yeni oluşu billûrlaştıracak bir protokol kaleme almam istenmiştir. Protokol yazılmış, bugün çoğu Demokratik Parti çatısı altında bulunan eski A.P.’lilere okunmuş, alâka ve heyecan büyük olmuş, ama günlük parti adamlığı sebebiyle hiç alışmadıkları bu fikir ve hamle davetinden ürktükleri ve rahatlarını bozmaktan kaçındıkları için, muhataplardan hiç biri protokolü imzaya cesaret edememiş ve müsveddeler Sadettin Bilgiç’in cebine inmek ve arşivine kaldırılmakla iş bitmiştir.

(Büyük Doğu Dergisi’nin 1967 döneminin, 1’inci sayısında) protokol başlığı altında (yayınlanmış) anlaşma metni, o devre içinde Adalet Partisi bünyesindeki mahrem tahammurlaşmaları göstermesi, dâva istikametlerini ve ondan kaçanları belirtmesi ve ne kıratta liderlere muhtaç bulunduğunu ortaya dökmesi bakımından tarihî bir kıymet arzetmektedir. Böyleyken yine her şey tabiî seyrinde, ters gidiş kendi akıntısında ve fedakârlık davetlisi sözde halisler rehavet zarlarını delememekte berdevam… Ve devran Demirel’in meşrebince dönmekte.

BU HÂL

1967′ de kaleme aldığım bir yazıyı bu hali göstermek için bu defa öz sütunumuz içinde sunalım: “Derin, baş döndürecek kadar derin bir kuyunun içine düşmüş çocuk gibiyiz. Gök, tepemizde, 25 kuruşluk bir nikel yuvarlağı kadar küçük ve uzak… kimse bizi kurtaramıyor. 100 kulaç ip yerine yarım metrelik bel kemerlerinden başka bize uzatılan bir tutamak yok… Üstelik pek yakında kaloriferli bir asansör yapılacağı ve kuyuya inileceği hakkında vaatler, plânlar…

Bu memleketin ruhta, ahlâkta, idarede, iktisatta, siyasette, irfanda bu hale gelmesi için, bu saydığımız (sektör)lere ait suçlar kâfi gelmez; hiçbir sahanın suçu hiçbir vatanı bu dereceye düşüremez. Bunun için, başka ve her şubeye hâkim ve şâmil bir sebep aramak gerekir. Aranınca da bulunur.

Bu bir (psikoz – cinnet) halidir. Türkiye’de birkaç yıldır idare ölçüsü, ancak akıl doktorlarının müdahalesine muhtaç, topyekûn eşya ve hâdiselere ait nispet ölçülerini kaybetmiş bir (paralizi jeneral – umumî felç) hali belirtiyor.

Birkaç yıl evvele bir nazar: Turizm Bakanı, memleketi kendi sahasında kurtarmak için, zaten ışık hıziyle ilerleyen fuhşu serbest bırakmaktan ve yahudi gününde tatil yapmaktan bahseder. Dışişleri Bakanı “iki kapıdan biri” haline getirilmiş politikasının bir kapısı kapanırken, ebediyen kapalı kalması gereken öbür kapıya koşup komünizm dünyası ile kültür (!) anlaşmasına yanaşır. Ve bir başarı gururu içinde yurduna döner

Millî Eğitim Bakanı, su ve hava gibi meccaniliğî dünyaca kabul edilmiş ilk öğretime kadar irfan hizmetlerini parayla satın alma yoluna girer. Sağlık Bakanı da hastaneleri ve eczaneleri ile aynı ticarete katılır. Maliye Bakanı ise yarın Amerikan yardımı kesilecek olursa, bütçeyi denkleştirmek için, bütün bu tedbirlerden başka çaresi kalmamış insan sıfatiyle ha bire halka yüklenmenin formüllerini arar; filân, falan… Ve halk, her ân biraz daha bezgin ve ümitsiz, fakat bu iğneli fıçı içinde oturmaya sanki alışmışçasına garip bir rıza ve tevekkül içinde, 24 saatin dairesini çizip durur. nihayet ümitlerin ümidi gerçekleşir. A.P. iktidara geçer ve bu müzmin gidişin hiçbir noktası değişmez.

Su alan gemide, giren suya nispetle pompalar saatte bir gram fazla su boşaltabiliyorsa, o gemi, bir asır sonra da olsa kurtulmuş demektir. Fakat bizim gemimizde yalnız giren suyun hesabı var ve çıkanın yoktur. O halde bu gidişe göre de tabiî, içten bir kurtuluşun imkânı mevcut değildir.

O halde?

O halde, kanun yollarından bir büyük zuhura ihtiyaç, mutlaktır.

Ne çıkarsa, cemiyetlerin bu sıkışma daralma, bunalma anlarında, ıstırap ve hafakan demlerinde çıkar.

1960 Mayısında cemiyetin ıstırap ve hafakanı bugünkü gibi değildi. Buna rağmen, o günün hükümet çerçevesi karşısına bir hareket çıktı ve çerçeveyi paramparça etti. Bugün ise ıstırap ve hafakan büyük olduğu halde,böyle bir harekete ne lüzum, ne imkân, ne de ümit gözüyle bakılabilir. Bu türlü hareketler ancak gemiyi karaya oturtur ve belki kurtarılamaz hale getirir.

Bugün beklediğimiz, demokrasi çatısının kanun yoluyla her an açık bıraktığı halk idaresi kapısından, tepeden inme bir kahramanlık kadrosunun sökün edivermesidir.

Bir el bekliyoruz; üstü enerji cereyanlariyle dal dal ve damar damar; iyiyi, doğruyu, güzeli ve sonsuzu ve bütün bunların tersini şahadet parmağıyla gösterecek, bir kuyunun dibine kadar uzanıp bir yakalayışta bizi tutup kurtaracak, gün ışığına çıkaracak bir el…

Dört, yahut bir veya yarım, yahut da çeyrek asırdan sonra dört, derken iki yıldan beri bu eli bekliyoruz. Demirel değil, demirden bir el…”

BİR ZÂT, ÜÇ SIFAT

Demirel, kendisine uygun düşmeyen – mesela Ramazanda kadeh tokuşturmak gibi- bir fiil üzerinde gazeteciler tarafından sigaya çekilince şu cevabı vermiş:

-Ben burada Başbakan sıfatiyle bulunuyorum! (Yani bu fiili, şahsen Demirel veya Adalet Partisi Genel Başkanı olarak değil, Başbakan sıfatiyle işliyorum ve öbür vasıflarımı ona karıştırmıyorum!)

Arkasından da Eyüb Camiinde sabah namazını kılıyor. Kılan kimdir, şahsen Demirel mi, Adalet Partisi Genel Başkanı mı, Başbakan mı? Sorulsa, kabil mi ki:

-Namazı kılan Başbakandır! Denilebilsin?

Demek ki Demirel’de üç şahsiyet var: Evvela, en gizli ve gölgeli olarak kendisi, öz nefsi, Sonra hükümet mesuliyetlerinden uzak ve halkın hasretlerine yakın tutabildiği kadariyle Parti Genel Başkanı hüviyeti. En sonra da, günün ve rejim havasının (geleneksel) icaplarına göre Başbakan olmak keyfiyeti. Ve Demirel, asla tecezzi kabul etmez bir yekparelik belirtmesi gereken bu üç şahsiyeti, atomun (nötron), (proton) ve (elektron)dan ibaret namütenahi ince unsurları gibi parçalamayı ve birbirinden ayırmayı biliyor. Şu var ki, atomun namütenahi ince unsurları birbirinden çözülürken meydana gelen patlama ve enerji fışkırışı, burada tamamiyle ters şekilde ve bizzat enerjinin patlaması şeklinde tecelli ediyor. Zira ortada ne bir zat, ne onun Parti Genel Başkanlığı, ne de Başbakanlık sıfatları kalıyor. Değil mi ki, icabına göre, filan işi kendisi değil, Parti Genel Başkanı, yahut da bunlardan hiçbiri değil, Başbakan yapmış olacaktır; o halde.

O halde biz de, müthiş bir (Bizantizm) şeklinde teşhis ettiğimiz bu mizacı, ne Başbakan, ne de Parti Genel Başkanında, sadece Demirel’in şahsında görüyoruz!

BEŞİNCİ YIL

Yani 1969… Bu yıl Süleyman Demirel yönetiminin artık karhaları dışarıya vurmuş bir iç (enfeksiyon-iltihap)dan farkı yoktur.

1969 tarihinde Odalar Birliğinde dönen dolaplara dair bir mecmuaya mülakat veren Prof. Necmettin Erbakan şöyle demektedir: “Demirel’in son hâdiselerde tavrı, doğrudan doğruya masonlar grubunu kanatları altına almak ve Türk milletini sömürücü sermayeyi himaye etmek suretiyle apaçık tecelli etmiştir.

Şimdi onunla ilk müşterek siyasî faaliyetlerimize gelelim ve kendisinin ihtilâlden sonraki hareket hattını gözden geçirelim: Sınıf arkadaşımız olan bu zatı, henüz yeni teşekkül halindeki Adalet Partisine yaklaştıran, böylece oraya hülûl ve nüfuzuna vesile olan benim!.. Merhum Ali Fuat Başgil etrafındaki hâdiseler esnasında, bizim milliyetçi şahıslardan kurulu bir istişare ve teşebbüs grubumuz vardı ve Genel İdare Kurulu bu gruptan fikir almak mevkiindeydi. Yani, o günün şartlarına göre, Parti içinde, Partiye yön verici ve kendisini peçeleyici bir grup… Ali Fuat’ın Cumhurreisliğine getirilmesi meselesinde bu grup kılı kırk yararak her şeyi, elinden gelen her şeyi yapmış, 200 küsur milletvekilinin teklifiyle Meclis huzuruna çıkmış, Ali Fuat’ın istifa telgrafının sahte olması ihtimalini ortaya atmaya kadar gitmiş, fakat son dakikada teklifi Meclise verecek arkadaşların “Bütün Meclisi tabancalı subayların sarmış olduğu” iddiasıyla harekete geçmemeleri, yani korkmaları yüzünden iflâsa düşmüştü.

Bu hengâmede, evet, tam bu hengâmede Süleyman Demirel Bize açıkça masonlarla işbirliği yapmak lüzumunu telkin eden ve Ali Fuat etrafındaki halkayı çözmeye çalışan insandır!

İstişarî grubun gayet heyecanlı, gergin, sinirli ve yapacağını tâyinde mütereddit ve ıstıraplı bir toplantısında Süleyman Demirel, bana bu meseleleri halledecek tek insan olarak birini teklif edeceğini söylemiş, beni toplantıdan dışarıya çıkarmış ve teklif edeceği insan olarak dilinin altından baklayı çıkarmıştır:

-Osman Kibar!!!

“Osman Kibar” ismini saran vasıflar ve şartlar malûm olduğuna göre hayretler içinde kaldım. Osman Kibar’la görüşmek üzere Ankara’da Balvü Palas oteline gidince de, bütün kombinezonların, partiye verilecek renk olarak evvelâ Ali Fuat’ın ifade ettiği mânayı kökünden kazımak olduğunu anladım.

Aramızda, Ali Fuat Başgil dâvasında yeminli insanlar bulunduğu ve bunların bazıları “Yolumdan dönecek olursam annem bana sütünü helâl etmez!” sloganını dillerinden düşürmedikleri halde netice kaybedildi. Ali Fuat’ın feda edilmesi ve Cemal Gürsel’in devlet başkanlığına getirilmesi mevzuunda istişarî gruptan bazıları Süleyman Demirel tarafına katıldılar. Onlara mukavemet edenlerse, ben Sadettin Bilgiç ve Tahsin Demiray’dan ibaret kaldık.

Demirel’in Adalet Partisi içinde nasıl davrandığı, Genel İdare Kurulu Kavgaları içinde ne gibi bir rol oynadığı, kadroya ne suretle girdiği, malum… Kayseri tahliyelerinden Partiye yöneltilen hücumlardan evvelâ ne türlü sıyrılıp sonra Genel Başkanlığa ne şekilde konduğu bilinen şeylerdir. Bu mevzuda söylenecek tek söz üzerinde sabit kılınacak biricik teşhis şudur ki, Süleyman Demirel’in Genel Başkalığa seçildiği büyük kongrede, Osman Kibar bir taraftan, Bursadan aceleyle çağırdıkları Hayri Terzioğlu bir taraftan, para kuvvetiyle en tesirli rolü oynamışlar; ve Sadettin Bilgiç cephesi bu madde manivelâsını ruhla çelebilmek kudretini gösteremediği için Adalet Partisinin ruhçu, mukaddesatçı bir milliyetçi dokusu o andan itibaren çözülmeye başlamış, bozulmuş ve her şey masonların eline geçmiştir. Demirel’in yolu, halkın en aziz duygu ve inançlardan gelen Partiyi, o ruha aykırı şahıslar ve hizipler emrine vermek olmuştur. O gün bu gün cereyan eden bütün vakıalar da, işte hep bu çizgi üzerinde yürümüş; bütün dâva, muayyen toplulukların çıkarları uğrunda, güneşin doğuşuyla batışı arasındaki kısacık süreye bağlı olarak gününü gün etmek ve ebedî bir “idare-i maslahat” peşinde koşmak politikasından ibaret kalmıştır.”

Demirel’in partisini mütemadiyen “necis-kirli eşya” sayılabilecek fikrî ve şahsî unsurlarla doldurmaya devam etmesine karşılık sayısı yüzü aşkın parti içi zümre de ona aykırı bir cephe tutmaya çalışmışsa da muvaffak olamamış ve bu cephenin kati bir hücuma geçmesine bazı Bakanlıkların kendilerine hediye olunmasiyle engel olunmuştur.

Bu da A.P. kadrosunun sözde halisler zümresini yere çalan ilk nakavt olmuş ve Demirel ilk fırsatta bunları tasfiye edip olanca kozmopolitizm bandıralarını açmayı bilmiştir.

İşte bir ara ümit bağlanan halisler grubuna ait bir yazı: “Mecliste Sadettin Bilgiç’in renginden nişan verici, Adalet Partisi kadrosundan en aşağı 120 kişi kabul edebiliriz. Buna öbür partilerden de 10 kişi ekleyebiliriz. Bu hesabın neticesi, Mecliste sağı tutacak üçtebirlik bir zümre bulunduğu, solun onda bire dahi varamayacağı ve aradaki üçte ikiye yakın kısmın ilericilik, uygarlık, özgürlük ve devrimcilik yaftaları altında, kümeleneceğidir. Bu 130’dan aşağı yukarı yarısının Demirel dehâsına mağlup olacağı hesaba katılacak olursa, ortada, 50-60 kişiden başka kimse kalmaz. Ve her şey bilinen minval üzere güneşin doğuşu ile batışı arasında günübirlik bir “idare-i maslahat” politikası yolunu takip etmekte devam eder.

Masonların plânı budur!

Yahudilerin plânı budur!

Büyük kapitalistlerin plânı budur!

Ve Demirel’in her türlü müzaherete lâyık kabul edeceği plân budur!

Bu plân yine gerçekleşecek ve Meclise yeni girenler vecd, heyecan ve hamle (potansiyel)lerini, nefs besleyici şartlara feda edecekler midir?

Bunu zaman gösterecektir. Fakat bizim ümidimiz zayıftır!

Demirel’in büyük çapta zekâ, görüş ve (ideolojik) mimarlığına değil, hiçbir şeyi köküne kadar ele almaksızın deri üstü örtbas ediciliğine, tesir kutupları arası idareciliğine, yani kurnazlığına inandığımız, bu hassanın da yegâne geçer akçe olduğunu gördüğümüz için, Meclis içi bir şahlanma ve Adalet Partisi içinden takip etme ihtimaline fazla yer veremiyoruz. Fakat şunu da iyice biliyoruz ki, Adalet Partisini meccanen iktidara getiren millî inkisar ve ıstırap, beklediğini bulma mevzuunda Adalet Partisine 1969-1973 devresinden daha uzun vadeli bir müsamaha gösteremez ve eğer bu devrede de umduğuna eremezse 1960’daki ıstırap ve inkisarını yenileyici şartların içine zorla itilmiş olur.

Adalet Partisi iktidarı, mânada (ahlâkî) ve maddede (iktisadî) çifte felaket yaşayan bu vatanı kurtarma ve kalkındırma işini tâ kökünden kavrayıp bütün icra kuvvetlerini kapsayıcı bir (otorite) kutbuna ermek, yani olmak borcunu yerine getiremediği takdirde,kendisine ölmekten başka yol düşmediğini şuurlaştırırsa, bugün için yeter.”

1969’da kaleme aldığım ve Hakkın lütfettiği uzağı görüş kabiliyetiyle aynen çıkan bu yazı bütün düğümleri çözücü değerdedir.

İÇ FELAKET

Üniversite ihtilali, yaralıya boyuna kurşun sıkarcasına devamlı (emisyon-para basma) cinayeti, eşi ve emsali görülmemiş bir ahlâk sukutu, rüşvet fırtınası, iltimas kasırgası, hükûmetle ihtikârcılar arasında füze yarışına benzer zamlar, güdücülerde en ufak nefs ve dünya murakabesinde ve çileli fikirden yoksunluk felâketi yekûn çizgisini işte Demirel iktidarının bu son devresinde çekti ve herkesin bildiği gibi olanlar oldu!

Bu vaziyete karşı en keskin tepkiyi yine biz göstermiştik: “Aşağıdaki yazıyı okuyunuz ve vaziyetin ne olduğunu bütün çıplaklığı ile kavrayınız!

(Türkiye’nin ekonomik durumu hakkında bir rapor yayınlayan Avrupa Ekonomik İş Birliği Teşkilâtı (OECD), Türk tarımının 1970 yılı içinde, bir yıl öncesine nazaran yüzde iki oranında gerilediğini belirtmiş ve Türkiye’nin 1971 yılı içinde bir milyon ton buğday ithal etmek zorunda kalacağını açıklamıştır. Bu durum Türkiyenin geçen yıllarda olduğu gibi bu yıl da dost ülkelere el açmak zorunda kalacağını göstermektedir. Türkiye’nin her yıl ithal etmekte olduğu ekmeklik buğday miktarı düşmesi gerekirken, Türk hükûmetlerinin kötü tarım politikası yüzünden gün geçtikçe artmaktadır. Meselâ 1969’da 650 bin ton, 1970’de 850 bin ton buğday ithal etmek zorunda kalacaktır.

Türkiye’nin Amerika, Kanada ve Ortak Pazar ülkelerinden ithal edeceği bir milyon ton buğdayın bedeli olan 61 milyon, döviz sıkıntısından ötürü Türk lirası olarak ödenecektir.

Yine (OECD) raporunda belirtildiğine göre, geçen yıl Türkiye’nin pamuk, tütün ve zeytinyağı üretimi de bir yıl öncekinden düşük olmuştur.)

Ne gariptir ki, bu yazı ve içindeki korkunç haber ve mâna, bir fikir gazetesinde değil, bir fuhuş albümünde yer bulmaktadır ve aynı fuhuş albümünün mesleği hilâfına Süleyman Demirel’i delik deşik etmesindeki başarıya denk bir kıymet arz etmektedir. Şu var ki, bu fikirsiz gazete, bu harikulâde mühim teşhir ve tesbiti, kendi öz adını belirtmek yerine, sırf Demirel iradesini kötülemek maksadiyle ele almakta ve bizim gibi, kötülükten Demirel’e geçmekten ziyade, peşin bir mahkûmiyet hükmü neticesi, Demirel’den kötülüklere intikal etmektedir. Yani bizim için esas, kötülükler ve o bakımdan Demirel iken, bu gazete için esas, sadece şahsına duyduğu (antipati) yüzünden Demirel ve dolayısıyla kötülüklerdir. Yoksa onun, fuhşiyat sayesinde 400 binin üstüne çıkardığı satıştan başka bir derdi ve memleket meselesi diye bir tasası yoktur.

Tepe-taklak bir durum… Fakat biz o gazetenin tepe-taklak durumda ortaya koyduğu gerçekleri, ayak üstü ve başımız tepede, değerlendirmeyi bilenlerdeniz. “Avrupa Ekonomik İşbirliği Teşkilâtı”nın raporu, tam da bizim ziraî ve sınaî temeller meselesini ele aldığımız bir zamanda ortaya çıkmak ve bir anda tezimizi gerçekleştirmiş olmakla büsbütün mâna kazanıyor.

Böyle giderse, sırtımızda birer goygoycu torbası, ülke ülke dolaşıp “bir lokma ekmek!” diye dilenmekten başka çaremiz kalmayacaktır. O zaman da, kapısını çaldığımız evin kapı penceresi açılabilir: -Sen düne kadar buğdayını kendin yetiştiriyor, ekmeğini kendin yapıyor, bize de satarak yerine mamul eşya alıyordun. Şimdi hem aynı eşyaya muhtaç, hem de ekmeksiz mi kaldın?.. Başka kapıya!.. Belki, sana vereceği ekmeğe karşılık senden alınmaya değer bir şey bulacak bir müşteri çıkar!

Vaziyet “feci” kelimesinin de üstündedir. İktisadîsi bu olan vaziyetin bir de inzibatîsine bakalım:

Bu, ne (kronik-müzmin) vaziyet!.. Hâd olan ve kronikleşmeye doğru giden, yani tabancalı, tüfekli, bombalı, baskınlı, soygunlu vaziyet o hâle gelmiştir ki, hükûmetin, her şahsa bir silâh verip: -Evinin, dairenin, iş yerinin ve sokağının muhafazası sana emanet!

Demekten başka çaresi kalmamıştır. Ve bütün devlet daireleri, lokaller, bankalar hattâ evler:

-Bu günü de basılmadan ve soyulmadan atlattık! Teşekkür ederiz!

Şeklinde bildiriler yayınlasalar yeridir.

Televizyon başında maç seyreden Avrupalı, şu bizim kaleciden, müdafîden, muhacimden mahrum hükûmet takımımızın boş kalesine üst üste atılan golleri seyretse de kahkahadan çatlasa daha iyi etmez mi?

Artık bu bahiste bize tiksinti geldiği için hâdiseleri müşahhas plânda ele almak zahmetine katlanmıyor ve tarihimizin hiçbir devrinde bu kadar perişan bir çığır yaşamadığımızı kaydetmekle yetiniyoruz…

Derken 12 Mart muhtırası:

İsmine (Muhtıra) denilen ordu iradesi, Hükûmet Başkanlığı bir tarafa bırakılıp (yoksa tezat sonsuza kadar varırdı) üç başkanlığa veriliyor:

Cumhur Başkanlığı, Senato Başkanlığı, Meclis Başkanlığı… Cumhur Başkanlığı, teşrii vasfı olmadığı için belki böyle bir ihtara müsait bir makam belirtebilir; fakat doğrudan doğruya millî iradenin temsilcisi ve kanun koyucusu Meclisler, yerlerinde bırakıldıkları halde nasıl dışarının ve tâbiin tâbii (hükûmet meclise, ordu da hükûmete tâbi) bir organın emr-ü iradesine hedef tutulabilir? Bu mâna, tezat, garabet, ilmî, hukukî hattâ ruhî istikametsizlik ve edebiyatta “zaaf-ı telif” denilen maksada giden yolu çizmemek bakımından bilhassa mânalandırmaya değer. Esasta muazzam bir hak, icra tarzında haksız bir yol takip etmiştir.

Bu dünyada öyle şeyler vardır ki, azı hatadır da çoğu sevap olabilir. Mesela çok vak’ada öldürmek yerindedir ve yaralamak değildir. Kuvvetin-bağlı olduğu hikmet ve hakikat ayrı dâva-mantığı kendinden geldiğine göre, hiçbir sınır ve teşkil tanımadan yumruğunu ortaya koyması tabiî ve mantıkidir de sınırları ve ölçüleri muhafaza ederek iradesini yürütmeye kalkışması tabiata aykırıdır. O zaman, yukarıda belirttiğimiz gibi, zıt cepheye ister istemez söz hakkı tanınmış olur.

Bu noktaya dek tahliline çalıştığımız incelik, askerî, (ultumatom)un icra tarzı bakımından haklı bir dâvaya nispetsizliğini belirtmek içindir. Şurası besbellidir ki,böyle bir müdahale, ya teşri ve icra sahalarına gizli ve hususî bir telkinle işi halleder, yahut ille tecelli plânına dökülecekse olanca kuvvetiyle boy gösterir, fiilen el atar ve demokratik irade mihraklarını, yine demokrasi adına bir ân için tasfiye edip onlarda cevap hakkı diye bir şey bırakmaz.

Davranışın icra cephesindeki idrak incitici mânayı mahfuz tutarak bildirelim ki, her türlü hak (ültimatom)cularındır. Biraz önce, dokunduğumuz gibi, icra şekli haksız, esası yüzde yüz haklı bir hareket… Böyle bir icra tarzı karşısında bunca vebâlden sonra hak kazanmaya, belki de kahramanlaşmaya doğru gitmesi muhtemel olan Demirel, son hâdisenin tezat ve garabeti de dahil, ortada akıl almaz, vicdan kabul etmez, ne kadar iş varsa hepsinin birden mes’ulü ve başına gelen ve gelecek her şeye müstahaktır.

SEÇİMLER

“12 Mart Muhtırası)na canını dişine takıp karşı duramayışı da ayniyle isabet olan kahramanımız, nihayet çenesinin altındaki et torbasını büsbütün sarkıtıcı bir tecelliye çattı. 1973 seçimleri, bu (Bizantizm) politikası için feci bir hâdise, akıl çatlatıcı bir sürpriz oldu. Tıpkı 1950 seçimlerinde Halk Partisinin hali! 

Bu defa da eski mahkûm ve mağlup Halk Partisinin yerine Adalet Partisi geçti. “Milletin makus talihini yenen” İnünü’yü yenerek CHP’nin makus talihini yenen Ecevit adlı “Kara oğlan” lakaplı solcu ve çeyrek porsiyon fikirci delikanlı sayesinde, daha doğrusu Demirel tarafından bütün ümitlerin kırılması karşısında CHP öne geçiverdi. Böylece Demirel eski ve lekeliyi temize çıkaracak kadar lekelenmiş ve hüküm giymiş olduğunu gösterdi. Fakat durmadı, kendisi için imkansız değil, muhâl olan bir nefs muhasebesine girişemedi, tövbenin baş şartı olan idrak şuuruna varamadı; ve hakkı gasbedilmiş bir mazlum rolüne çıkarak mazisini savunmaya koyuldu. 3 yıllık ihtilal devresinde kendini temize, iyiye, güzele ve doğruya çıkarmak için ha bire kitaplar bastırmaya başladı. Bu kitaplardan bazı örnekleri aşağıda veriyor ve cevaplarını bizzat kendi içinde saklayacak derecede abesler ve hezeyanlarla dolu iddialara ayrıca mukabele etmeyi zaaf sayıyoruz.

1-Dış Ticaret: “Ödemeler dengesi, Türk ekonomisi için uzun yıllar çözülmesinde güçlük çekilen meselelerden biri olmuştur.”

2-Montaj sanayii: “Belirli sanayii kollarının kurulup gelişmesi yolunda, bu bir merhale ve intikal safhasıdır. Montaj sanayiinin maskelenmiş bir ithal şekli olduğu iddiasını kabul etmiyoruz.”

3-Batıya Bağlanış: “Türkiye’nin batıyla olan münasebeti, aynı hayat felsefesini ve idare tarzını benimsemesi ile başlar. Gerçek Atatürkçülük batının hayat ve idare tarzını benimsemek demektir. Batı medeniyetinin eriştiği refah seviyesine onun hayat ve idare tarzına ters düşerek erişemeyiz.”

4-Yabancı Sermaye: “Yabancı sermayenin, iktisadî kalkınmamıza getirebileceği katkıya sırt çeviremeyiz. Millî imkânları dış kaynaklarla takviye, kalkınmanın vazgeçilmez bir unsurudur.”

5-Demirel’siz AP: “Benden rahatsız olanlar vardır. Bu rahatsızlığın sebebi ben değilim. Aslında bu rahatsızlık AP’ye tahammülsüzlükten doğmaktadır. Bunu AP’nin başından rahatsız olma haline getirmek bir taktik meselesidir.”

Yalnız şu kadarını belirtmekle yetiniyoruz ki, yukarıdaki 5 maddenin birincisi bir felâketin devadan aciz itirafı, ikincisi montaj sanayii belasının saadet sayılması, üçüncüsü öz şahsiyet ve kaynağının inkârı, dördüncü iktisadî emeperyalizmaya esaretin fazilet bilinmesi, beşincisi de Demirel’siz bir AP olamayacağı gibi Nemrutvarî bir kibir ve benliğin açığa vurulması şeklinde ve skandal mahiyetinde ifadelerdir ve kahramanımızın olanca iş ölçüsünü ve ruh mayasını göstermekti

DİYALOG

“-Seninle şu Adalet Partisi iktidarı ve dâvasını adamakıllı bir muhasebe edelim! 

-Edelim!

-Adalet Partisini her zaman muvaffak kılan ve iktidara getiren âmil nedir?

-27 Mayıs gece hareketine halkın duyduğu infial…

-Neden?

-Hareketin usûlü, şekli, üslûbu, mutlak fikirsizliği, memleket dâvalarını ve gerçek mes’uliyetleri teşhis edemeyişi, sebep ve neticeden yoksunluğu ve her türlü haksızlığı yüzünden…

-Öyleyse Adalet. Partisi bedavadan geldi!

-Tamimiyle meccanî bir geliş…

-Ne yapabilirdi?

-Bu meccaniliği hak etmeğe, Demokrat Parti’nin eksik taraflarını görüp tamamlamaya, böylece onun yapamadığını yapmaya ve ona borçlu kalmamaya davranabilirdi. Hep, içleri kof, dış ambalajlı görünüşler…

-Bunu yapabilecek bir lider ve kadro var mıydı başlangıçta?..

-İşte şimdi dâvanın mihrak noktasına balıklama atladın! Demirel, deminki tâbirle dış ambalaj noktasından Sadettin Bilgiç’e faiktir.

-Ya iç muhteva!..

-Bütün mesele bu noktada… İkisi de Ispartalı ve Anadolu çocuğu olan bu iki tipten Sadettin Bilgiç, olanca kültürü içinde Anadolulu kalmış, öbürü ise Anadoluluğu nüfus kâğıdında bırakmış örnekler… Demirel, Tazminattan beri Batılılık veya Batıcılık cereyanının büyük şehirlerde kurduğu (standart) kültür tezgâhlarında öz cevherlerini elden çıkarmış ve şahsiyetli bir dünya görüşüne varamamış küçük (entellektüel) tipidir ve onun çobanlık devresini çerçeveleyen “sülü” hikâyesi de, sun’î ve zoraki bir yakıştırmadan başka bir şey değildir.

Ya Sadettin Bilgiç’in Genel Başkan Vekilliği zamanındaki portresi?..

-Evet! O zamanlar tamimiyle tecrübesiz, hususiyle sımsıkı bir gönüldaşlar kadrosundan yoksundu. Dâvanın, kulis faaliyeti dışında, cepheden hücum ve kürsüden meydan muharebesini vermek gibi aksiyonculuk şiarlarından da mahrumdu. Üstelik, görünüşü, tavır ve edâ belirtisi bakımından, tam bir halisiyet ve samimiyet ifadesi içinde babacanlıktan kurtulamayan basit bir ifade sahibiydi. İnsan alım satımı pazarında bu noktalar gayet mühimdir.

-Doğru! Bazıları iç muhteva olarak bozulmuştur da dış ambalaj kıymeti bakımından kendisini bir şey zannettirir.

-Bu da doğru! Fakat Sadettin, ogün bugün bir hayli değişti ve pişti.

-Ya Demirel?

-Bedavacılık sanatını çok iyi bilen zamane tetikçisi…

-Sence zeki bir insan değil mi, Demirel?

-Zekâ bence büyük ve mücerret akıl dâvası… O, zeki değil sadece açıkgöz… Zekâ ve açıkgözlülük ayrı şeyler…

-Ya partiyi ele geçirişi?

-Tamamıyla açıkgözlülük işi… Sadettin Bilgiç ve yakınlarının da gözlerini açamamaları neticesi… Belli başlı tesir kutuplarından gelen nüfuz ve paranın, hal ve keyfiyeti malûm delege tipi üzerinde oynadığı rol… İşte bu rol sonundadır ki, millî ıstırap ve infialden doğan Adalet Partisinin idealist sınıfına kapılar kapanmış ve her şey, belli başlı zümre ve sınıfların Türkiye’ye yakıştırdığı mustarip ve bir türlü şifa bulmaz bir iklimi muhafaza etmek teknik ve taktiğine dökülmüştür.

-Belli başlı zümreler ve sınıflar kimlerdir?

-Her zaman kaydettiğim gibi 5 kutup: Masonlar, yahudiler, millî menfaatlere aykırı karanlık sermaye temsilcileri, kozmopolitler ve Batı emperyalizması ajanları ve devletlû, şevketlû Amerika cenapları…

-Demirel’e bu kutupların adamı diyebilir misin?

-“Adamı” tâbiri yerinde değildir; fakat tesirleri altında diyebilirim.

-Bu hükmü nereden çıkarıyor ve nelere isnat ettiriyorsun?

-Demirel’in Başbakanlığa geçişinden sonraki iş görme sistemi, hiç şaşmayan bir ölçü halinde bu hükmü gerçekleştiricidir. Anadolu köylüsünü tutmaya mahsus ruhî ve iktisadî sistemden hiçbirine yanaşmamış; milletin ne ruhuna; ne de maddesine doğru kurtarıcı bir adım atmayı düşünmemiştir. Milletin ruhu, dinî ve ahlâkî hayatındadır. Bu sahalarda en küçük kurtarıcı davranış şöyle dursun, vicdanları kelepçelemeğe ve ahlâk facialarını başıboş bırakmaya doğru her türlü kıstırıcı ve dürtükleyici vasatlar hazırlanmış; madde mevzuundaysa olanca yardım, toprak sermayesine değil, sömürücü zümre kapitaline yöneltilmiştir. Ruhî tedbir, her tarafı yanan bir binada ahlaksızlık itfaiyesinin su yerine sıktığı gazla tam tersinden işlerken, iktisadî tedbir de, insanın parasını cüzdanına el atmadan çalmak demek olan mütemadî (emisyon-para ihracı) ile millî alım gücünü tahrip ve bu arada türlü fert ve zümre (spekülâsyon)larını tahrik şeklinde tecelli etmiştir. Millî politikada zaaf, millî ekonomide keşmekeş, talebe hareketlerinde, şekavet derecesinde anarşi, huzur ve asayişte iflâs, devlet murakabe organları arasında düşmanlık çapında zıddiyet ve daha neler ve neler, hep Demirel idaresinin derinliğine hastalık arazını gösteren, ilk bakışta göze çarpmaz, fakat dikkat edildikçe kalbe işler tablosundan başlıca unsurlardır ki, böyle bir tablodan mes’ut olabilecek zümre ve sınıfları tayin ve teşhis etmek gayet kolaydır.

-Peki; bu dâvayı Adalet Partisi içinde gören ve şifa yollarını gösterebilen bir kadro yok mudur?

-Vardır! Bunlar, Adalet Partisinin vücuda gelişindeki başlıca faktörlere, yani Partinin gerçek manasına bağlı kimselerdir; ve sadece bu vasıfları, her sahada beklenen kalkınmayı vâdetmeleri için kâfidir. Fakat işte onlar da tasfiye edilmiş ve artık Demirel, bütün makyaj ve kılık oyunlarına paydos diyerek, sırf kendi zümresinden ibaret, sahneye çıkmıştır.

-Bu kuvveti nereden alıyor?

-Sudan, topraktan, havadan, ateşten, demirden… Demin saydığım bu 5 kutuptan.

-Son kıymet hükmü nedir?

-Demirel, kötü iş gören bir adam olmaktan ziyade iyi iş görmenin imkânlarını köstekleyen bir insandır ki, bu hâl, âlemde her kötülükten beterdir.”

DEMİREL VE İNANDIĞI ŞEY

-“Sağcılarla işbirliği yapmaktansa Halk Partisiyle el ele vermeyi tercih ederim!”

Bu söz, aynen, Demirel tarafından 1969’da hükümete itimat reyi vereceği zaman çıkan dalaşmalar sırasında söylenmiştir.

Demirel, menfaati sağa vurmak olduğu vakit solun, sola vurmak olunca da sağın dostu görünmeyi bilmiştir. Onun inandığı şey, sadece, çıkarlarına memur olduğu zümrelerin menfaat hesaplarıdır.

KÜLTÜRÜ

İhtisas derecesini bilemeyeceğimiz mühendisliğinden başka dinî, tarihî, riyazî, felsefî, hukukî, iktisadî, edebî hiçbir kültüre malik bulunmayan Demirel, “arta kalan” mânasına “bakiye” kelimesini, devamlılık sıfatı “bâki”den “bâkiye” diye telaffuz edici, “vesayet”den gelme “vasî” kelimesini de “vüs’at”den “vâsi”diye kullanıcı ve böylece fikri olmadığı gibi dili de olmayan bir kimsedir.

TEK CÜMLELİK HÜKÜM

Adalet Partisi gibi evvelâ bir buçuk, sonra yarım asırlık gelişimiz içinde bütün sahte oluşlara aykırı ve inkılâp çapında bir fikir ve iş mimarisinin çatıcısı ve kurucusu olmak mevkiinde bir teşekkül liderine mahsus, ileri iman, büyük zeka, derin irfan, üstün ahlâk, keskin şecaat ve taşkın fedakârlıktan mahrum, Türk’ün büyük tarihî oluşuna ters yönde, karanlık ve milliyetsiz sermaye emrinde ve topyekûn (palyatif-günübirlik, gelip geçici) tedbirler peşinde, en zengin fırsatları harcayıcı ve her kıymeti kendi başıboş zümresine bağışlayıcı, istismarcı, gözbağcı, mânada işportacı, işde karaborsacı, kelâmda mugalatacı, İslâm Bey köylü, fakat İslâma zıt davranıcı, Anadolu asıllı, fakat Anadolu aslına yabancı Süleyman Demirel

NE YAPMALI?

Bunu bunu değil, topyekûn memleketi kurtarmak ve Türk’ün ruh köküne bağlı bütün partilere birleşme zemini açmak için mutlaka yol üzerindeki bu molozu tesfiye ve bu “Engel”i tasfiye millî vazifedir.

HİTAP Sayın Demirel!

Ben sizden, millete ve Partinize bir hayr gelebileceğine inanmıyorum! Bu inanmayışa, Partinizin Genel Başkanlığına seçildiğiniz gün vardım; Başkanlığa kuruluşunuzdan şu âna kadar da görüşümde boyuna gerçekleştiğimi, desteklendiğimi, hak ve kuvvet kazandığımı gördüm. Her şeyden önce, siz Adalet Partisini iktidara getiren Türk Milletinin ruhuna ve muradına yabancısınız! Arkasında, ciğeri hizasından soğuk bir hançer temasına rağmen sizi seçen millet, bu ulvî hareketiyle, şu belâlı 1960 yılının 27 Mayıs hareketi üzerindeki fikrini belirtmiş oluyordu. Bu fikirde, Demokrat Parti mukallidi sığıntı bir hükûmet görmek değil, dost ve düşman bütün kutupları yerli yerine oturtucu ve gangrenleşmiş meseleleri bir bıçak darbesinde tesviye edici, demirden bir el bulmak ihtiyacı vardı. Mustarip ve münkesir Türk milletinin bütün dileği, icra kuvvetleri elinde oyuncak hükûmet, hükûmet elinde oyuncak Meclis, Meclis elinde oyuncak millet olarak tepetaklak ettikleri devlet nizamının usta bir çıkıkçı marifetiyle bir anda eski tertibini bulan bir uzviyet gibi, “baş aşağıda” halden “başı yukarıda” vaziyete geçirilmesiydi. Böyle bir hamle de, için için ve sinsi sinsi çalışarak, betondan molozları zımpara kâğıdıyle törpülemeye davranarak değil, Meclisin daha ilk teşekkül günlerinde bir yıldırım harbi vererek, muazzam bir mâna taarruzuna girişerek, yerine getirilebilirdi. Bu yıldırım harbi ve mâna taarruzunun dayanağı da, Meclis kürsüsünden avaz avaz Kızılay meydanına çağırılacak Türk milleti olurdu. A.P. iktidarı işe böyle başlamalı ve ona göre yol almalıydı.

Diyebilirsiniz ki:

– Böyle bir hareketi yapabilmek için büyük çapta bir kahraman olmak lâzımdır. Bense bu vasıflara malikiyet iddiasında biri değilim.

İyi ya; bizim de iddiamız, bu vasıflardan yoksun yani bu şahsiyet olmaktan uzak biri olduğunuz ve milletin tam da bu çapta bir insana muhtaç olduğu anda onun yerine geçtiğinizdir.

Türk milletinin Adalet Partiden istediği, 27 Mayıs’ın muhasebesini yapacak, Halk Partisinin hesabını görecek, mahpus Türk iradesini kurtaracak, büyük bir ruh ve mânâ imarına girişecek ve ancak bundan sonra orta bir hükûmetçilik tekniği içinde madde tedbirlerine el atacak bir kuruluştur.

Halbuki siz yamalı bohça (koalisyon) hükûmeti içindeki tavrı biraz daha rahatlatmış, feraha kavuşturmuş olarak, herhangi İnönü idaresinden farksız, günübirlik hükûmetçilik esnaflığından fazla bir şey gösteremediniz.

Plân dâvanız, İnönü’nün 10 yıllık şakavet devrinde hatırına bile getirmeyip, alevler içinde kalmış bir evin üst katında satranç oynarcasına, çöküntü devresinde ele aldığı gülünç teşebbüsün devamından, öbür işleriniz de memur elinde günlük muamelelerin kendi başına yol alışından ibaret… Yani siz, bunca nazik bir çığırın seri malı kıymet seviyesi üstünde Başbakanı olmuş değil de en hassas şartlara rağmen her devrin ve her rejimin umum müdürü derecesinde kalmış ve Başbakanlığı işte bu dereceye bağlamış bir insansınız!

İktisadî facia ortada, Anayasa gedikleri ortada, Temelliler ortada, “İhtilâl” dedikleri hadisenin bir ceset gibi yerde yatıp herkes tarafından itildiği, kakıldığı ve cenazesine ne bir sahip ve ne bir mezarcı çıktığı ortada, dış politikada kekemelik, ortada, iç politikada dermansızlık ortada, her ân yeni bir darbe teranesi ortada, Üniversite tuhaflıkları ortada, Yargıtay garabetleri ortada, TRT ustalıkları ortada, solculuk davranışları ortada, her türlü rüşvet ve suistimalden mini eteğe kadar ahlâkî veya salgını ortada, gerçekten meharetle takdir ettiğiniz demokrasinin artık teaffün haline gelen feci manzarası ortada; bütün bunlara karşı, kollarınızı kavuşturmuş, aydede gibi tebessümlü çehrenizle, gününü gün etmeye bakan, zeki olmasa bile kurnaz bir insan sıfatiyle ortadasınız!

Başıboş demokrasi sevdasından ve bu sevda maskesi altında milletini ruhta ve maddede sömürenlerin aradığı kargaşalık iklimini korumaktan başka, ruhumuzu perçinlediğiniz hiçbir telâkki mihrakına malik değilsiniz! Gün gelir, mukaddesatçılık ve milliyetçiliği kimseye bırakmayan bir dil kullanır, sonra Ramazan günü Moskof Başbakanıyle votka tokuşturur, bu hareketi Başbakan sıfatiyle yaptığını söyleyerek Süleyman Demirel’i Başbakandan ayırır, peşinden Eyüb Camiinde namaz kılar ve bunu ne sıfatla yaptığınızı söyleyemezsiniz! Gün gelir, son Kurultayda, hiç lüzum yokken “kimsede şeriat özlemi yoktur!” buyurur, derken lâiklik anlayışında Halk Partisiyle birlik olduğunuzu ilâna kadar varır, hattâ sol’a avans vermeyedek gidersiniz!

Bu ne haldir, Süleyman Bey? Bu ne ruhî anarşi manzarası?..

En büyük suçunuz, Parti kadronuz içinde, sizde noksan olan tarafları, mukaddesatçı, milliyetçi, şahsiyetçi, keyfiyetçi vasıflarıyle telâfi edecek insanlara engel olmanız ve son hükûmet değişikliğinde bunlardan yalnız birine, göstermelik mahiyette yer verip, onu harcama taktiği içinde öbürlerine yolu tıkamanızdır.

Şimdi size tepeden inme bir haber vereyim:

Partinizin Senato ve Meclis Grupları içinde, sayıları 20 ye varan millet vekillerinden bir zümreyi, size ve zihniyetinize karşı kanun yolundan harekete geçirmek üzere, Ankara’da bunlardan bir ikisinin evinde, 3-4 toplantı tertibinde âmil olmuştum. Bu gayeyle ve umumî istekle kaleme aldığım, hepsinin birden her kelimesi üstünde ittifakına şahit olduğum, fakat imza etmeden dağılıp döküldüklerini gördüğüm tarihi anlaşma metnini hususî zabıtanız veya haber alma ajanlarınızdan evvel, bizzat ben, millet huzurunda nazarlarınıza seriyorum! Onu dikkatle okuyunuz ve muhal çapında da olsa, bizzat benimsemeye çalışınız!

Bomba tesiri doğuracak olan bu metni göz önüne sermekle, Adalet Partisinin iç yarası üzerinde en emin teşhisi ve en aziz millî hizmeti yerine getirdiğimiz kanaatini besliyoruz. Biricik muradımız, Partinizi, içinden düzelmiş görmektir. Böyle bir davranışın bütün şartlarını ve (ideolojik) plânını metinde billûrlaştırmış olduğumuza inanarak, onu, başta bizzat siz, Partinize ve millete, şaşmaz bir kıstâs halinde sunarız. Böylece, isimleri bizde tek tek mahfuz 20 küsur millet vekilinin bütün ruhlarıyle sarılıp da peşinden bütün ruhlarıyle rehavete terkettikleri ölçüleri, Partinize bağlı 200 küsur mebus ve şu kadar senatöre, kurtuluş ve doğruluşun biricik formülü olarak ithaf ve takdim ederiz.

Hoşça kalınız!

 

Ülkelerindeki savaş sebebiyle; mülteci olarak Yurdumuza gelen birkaç İslam Ülkesinin vatandaşlarına, bazı kişiler düşman gibi davranıyorlar. Bunların hepsinin ülkelerine gönderilmesi istiyorlar.

Bu isteklere; bazı mültecilerin, özellikle gençlerinin uygunsuz davranışları, bizim toplumumuzda yadırganan tavırları, hareketleri ve konuşamaları olduğunu biliyoruz. Bu bazen öyle hal alıyorki, kendilerini misafir eden bu milleti çileden çıkarıyor.

Devlet buna bir çözüm olması için, sınırımızın ötesinde onlara şehirler kuruyor.

Bu arada; bu konuyu istismar eden siyasiler, hükûmet muhalifleri olmadık söylemlerde bulunuyorlar. Yöneticilerin bu mültecilere kol-kanat germesinin çok önemli sebepleri bulunuyor.

  1. ABD ve Avrupalıların güney sınırımıza PKK ve diğer teröristleri yığmaya çalışması, onlara binlerce TIR silah, cephane göndermesi, onlara askerî eğitimler vermesi, maddi ve siyasi destekte bulunması herhalde Türkiye’nin iyiliği için değil. Türkiye’nin bütün baskı ve itirazlarına rağmen yıllardır buna devam etmesinin de bir sebebi olduğunu düşünmek zorundayız. Güney sınırlarımıza yığdıkları teröristler o bölgenin insanları değil. Suriye Merkezi hükûmetinin gücü o bölgelere yetişmediği gibi, kendi vatandaşlarını koruma niyetleri ve güçleri de yok. ABD, bölgedeki Petrol kuyularının bulunduğu yerlere askerî üs kurarak yerleşiyor. Türkiye,

Genç papaz, Seçilen Papa’nın erkek mi, kadın mı olduğunu kontrol ediyor.

Papalık seçimi sonrasında genç bir papaz, koltuğun altındaki oyuktan papa adayının genital bölgesini eller ve beklediğini bulunca gür bir sesle “Testiculos habet et bene pendentes” (onun sarkık testisleri var) diye bağırır ve Yeni Papa’nın erkekliğini ilan ederdi. Buna diğerleri hep birlikte “Habe ova noster papa” (Babamız erkek) diye cevap verirlerdi. Sonra neşe içinde papa seçiminin vaftiz törenine geçilirdi. Böylece seçilmiş Papa’nın kadın olup olmadığının testi (?) yapılmış oluyordu.

Yeni Papaların erkeklik testine tabi tutulmalarının garip bir hikayesi vardır.

“Papaların Katolik inancı gereğince kadınlarla ilişkiye girmeleri yasak olmasına rağmen aşklarıyla ve gayrımeşru çocuklarıyla tarihe geçmiş Papalar vardır. Ama en ilginci Vatikan’ın yüzkarası olarak görülen ve varlığı tarihten silinmeye çalışılan ‘Kadın Papa’ Joan’dır. 

Katolik kilisesi’ni yüzyıllardır rahatsız eden hikayenin kahramanı Joan, ingiliz bir ailenin kızı olarak Almanya’da doğmuştur.  Zeki bir kız olan Joan, kadın olmasının kendisine avantaj sağlamadığını düşünür. 12 yaşına geldiğinde; erkek elbiseleri giymeye ve erkek çocuk gibi dav­ranmaya başlar. Asıl hikaye ise Joan’ın Hristiyan misyonerlere katılmasıyla başlar.” 

Joan, din ve felsefe öğrendikten sonra tıp bilgisiyle vebayı ve bazı hastalıkları iyileştire­bilmektedir. Hac yolculuğuna çıkar ve Roma ya ulaşır. Kendisini John Anglicus ismiyle, erkek kılığında tanıtan Joan, Benedictine Manastırına girer. 

Roma’da bilgisi ile kısa sürede ismini duyurur, rahip ve kardinallerin de bulunduğu geniş bir çevre edinir. Okuduğu mühandisliğe ait kitaplardan öğrendiği bir mekanikle kendiliğinden kapanan kapı yapabilmektedir. Bunlarla dikkatleri üzerinde toplar.

johanna’ yı Gut hastası olan Papa’nın tedavisi için saraya getirirler. Papa’yı iyileştirir ve danışmanlık görevine getirilir.

Papa IV. Leon’un sağlığı bozulmaya başlayınca kardinaller, papalığa en layık kişi olarak onun adını dillendirmeye başlarlar. 

853 senesinde Papa Leon ölünce yerine kilise dışından bir kişi olmasına rağmen, Joan se­çilir. Ve 8.Joan adıyla göreve başlar. Papalık seçiminin halkın oylarıyla gerçekleştiği 9 yy da johanna papa olarak seçildiğinde ilk yaptığı icraat, kızlara yönelik bir okul projesidir. 8. Joan 2 sene 7 ay 4 gün boyunca Papalık tahtında otu­rur. 

Hizmetkarlarından biriyle ilişkisi olan Joan hamile kalır. 855 yılında Aziz Petrus Kilisesi’nin dışında kortej halinde yapılan dini tören sırasında doğum sancıları başlar, çocuğunu doğurur ve kadın olduğu ortaya çıkar. Coloseum ile St. Clement kilisesi arasındaki “Via Sacra” (kutsal yol) denen dar bir yolda doğum yapmıştır.

Bu olaydan sonra Papa Joan’ın başına neler geldiği ve nasıl öldüğü konusunda çeşitli riva­yetler bulunmaktadır; bazı yazarlar öfkeli kalabalık tarafından parçalandığını, di­ğerleri ise Roma sokaklarında atlara bağlanarak sürüklendi­ğini söylerler. Bazı tasvirlerde ise asıldığı resmedilmiştir.

Ölümünden sonra doğum yaptığı yere gömülür. Bu­raya dikilen mezar taşında “Petre, Pater Patrum, Papisse Prodito Partum” (Baba, babaların babası, Kadın Papanın ço­cuk doğurma ihaneti) yazıldığı ileri sürülmektedir. 

Papalar geleneksel ayinleri esnasında Romada yürürken daima bu noktada caddeden dö­nerler, bunun olaya duyulan nefretten do­layı yapıldığına inanılmaktadır .

Joan’ın adı, hem kadın cinsiyetinden, hem de olayın çirkinliğin­den dolayı, papalar listesinden silindi. 

Papalar geleneksel ayinleri esnasında Romada yürürken daima bu noktada caddeden dönerler, bunun olaya duyulan nefretten do­layı yapıldığına inanılmaktadır.

Bazı yazarlar “Kadın Papa” olayının efsane olduğunu, “erkek kılığında gezen kadın azizler şeklindeki klasik Hristiyan geleneğin­den” doğduğunu, bazıları ise hiçbir kaynakta yer almadığını ve tüm hikayenin Protestan Kilisesi tarafından uydurulmuş bir efsane olduğunu belirtiyorlar.

Ancak bazı gerçekler var ki; olayın doğruluna karine olmaktadır.

1-                     Siena katedralinin ortasında legal tüm papaların büstü bu­lunmaktadır. Johannes VIII ün büstü 1600 yılına kadar Leo IV ile Benedict III ün arasında dur­maktaydı, bu tarihte Papa Clement VIII onun kaldrırılmasını emretmiş ve yerine Papa Zachary’ inki hemen konmuştur.

2-                   İtalya’ da “La Sedia Gestatoria” denen ünlü porfiri koltuğunun varlığıdır. Bu kırmızı mermer koltuk, şimdi Vatikan müzesindedir. Bir değer benzeri koltuk, Napolyon tarafından çalınmış ve rivayete göre Louvre (Luvr) müzesine konmuştur. Bu koltukların oturak yerleri oyuktu ve her ikisinin de 1099 (Paschall II ve 1513 (Leo X) arasında papaların atanma töre­ninde kullanıldığı bilinmektedir.

3-                   Resmi papalık ayinlerindeki yol, Joan’ ın doğurduğu yerden kaçınmak amacıyla değiştirildi. Dönüşün baş­ladığı bu noktada caddede küçük bir kilise vardı ve resmi adı “Bakireler Şapeli” olmasına karşın, popüler ismi “Kadın Papa Şapeli” dir

“Kadın Papa” olayının yazarları ve sinemacıları da cezbettiğini görüyoruz. Sadece 20. yy da 6 hikaye ve oyun yazılmış. 

Son yıllarda gösterime giren “Pope Joan” filmi Vatikan’ın tepkisini çekmiş bulunuyor. Buna rağmen İtalyan izleyicilerin büyük ilgisini çekmeyi ba­şarmış.

Hz. Hüseyin: Kerbela’da aile halkından 19 kişi olmak üzere 72 kişiyle birlikte şehit edilmiştir. Allah; Hz. Hasan (ra) ve Hazreti Hüseyin (ra)’a rahmet eylesin..Bizleri hakkıyla ehli beyte uyan kullarından eylesin, yollarından giden ümmet eylesin amin..

Hz. Fatıma, Hicret’in 2. yılında Hz. Ali ile evlenmiş ve bu evliliklerinden Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeynep isimlerinde çocukları dünyaya gelmiştir. Muhassım küçükken vefat etmiştir. Hz. Peygamber’in Hasan ve Hüseyin’i sevmesi ve insanların da onları sevmelerini istemesi ile onlar için yaptığı dua birçok rivayete konu olmuştur. Bir defasında Hz. Hasan’ın elini sakalına dokundurmuş, sonra yüzünü ona iyice yaklaştırarak “Allah’ım ben onu seviyorum, sen de O’nu ve O’nu seveni sev.” demiştir. Yine “Kim Hasan ve Hüseyin’i severse beni sever, kim de onlara buğz ederse bana buğz eder.” dediği nakledilmiştir. (İbn Sa’d, VI, 360, 362.)

Rasûlullah(sav) mescitte birini sağ, diğerini sol dizine oturtmuş, bir ona bir diğerine sevgi gösteriyor idi. Sahabeden birisi “Ya Rasûlullah (sav), onları seviyorsun herhalde?” deyince “Kim onları severse beni sever, kim onlara buğz ederse bana buğz eder.” buyurmuştur. “Ehl-i Beyt’inden en sevimli olanlar kimlerdir?” diye sorulunca Hz. Peygamber: “Hasan ve Hüseyin’dir.” diye cevap vermiştir. (İbn Kesîr, el-Bidâye, I, 1208; Zehebî, Târîhu’l-İslam, (41-60), 36,37.)

Bir gün Rasûlullah (sav)’ın Hasan’ı öptüğünü gören Akra b. Hâbis ona: “Benim on çocuğum var ama daha hiç birini öpmedim.” deyince Hz. Peygamber: “Allah senden rahmet duygusunu almışsa ben ne yapayım.” demiştir.

Hz. Ali, Haricîler tarafından bir suikastle şehit edilirken, Hz. Hasan Müslümanların kanlarının dökülmemesi için hilafetten ferâgat etmiştir. Muaviye’nin ölümünden sonra oğlu Yezid’e biat etmeyen Hz. Hüseyin ise, Kerbela’da yakınlarıyla birlikte şehit edilmiştir.

Şu ABD çok iyi bir müttefik (!) Arızalı uçakları Türklere vermeyelim diye, parasını bile aldıkları uçakların kazığından dost Türkleri korudu…..ABD Savunma Bakanlığı Pentagon, yeni nesil F-35 savaş uçaklarının teslim alınması sürecini, bir üretim hatası sebebiyle dondurulduğunu açıkladı. (12.04.2018) Pentagon ve üretici firmanın uçaklardaki paslanma sorununun maliyetinin kim tarafından karşılanacağı konusunda anlaşamadığı belirtildi. Pentagon’un yeni uçakları teslim almayı reddettiği ifade ediliyor. Gecikmenin proje ortağı diğer ülkeleri de etkileyebileceği belirtiliyor.

F-35 uçaklarında kullanılan yazılımların 31 kez iyileştirilmiş olmasına karşın, bazı kilit öneme sahip kusurların şimdiye kadar hala düzeltilemediği kaydedildi. Ayrıca F-35’lerde tespit edilen ve uçakların savaştaki kullanımını etkileyebilecek yaklaşık Bin kusurun hala giderilmediği vurgulandı.

Uçaklara havada yakıt takviyesi yapılamadığını, teknik sorunların ‘havadan havaya’ ve ‘havadan karaya’ füzelerinin fırlatılmasını olumsuz etkilediğini, pilotların kullandığı kasklardaki sayısal ekranların hatalı çalıştığını, arıza tarama aygıtlarının ise bazı sistemleri fiilen normal çalışsa da ‘arızalı’ olarak gösterdiği bildiriliyor. F-35 uçaklarının 18 yıla uzayan tasarım aşamasının sonuna gelinmesi için araçların yoğun testlerden geçirilmesi gerekiyor.

Raporu hazırlayan uzmanlar, söz konusu testlerin 2020 ye kadar tamamlanacağına şüphe ile bakıyorlar. F-35 programı ABD’ye yaklaşık 1,5 trilyon dolara mal oldu. ABD’li uçak üreticisi Lockheed Martin’in 19 yıldır üzerinde çalıştığı F-35’ler, teknik hatalar nedeniyle ABD Başkanı Donald Trump da dâhil olmak üzere birçok kişi tarafından eleştirildi. F 35 lerin hataları, 2017 den bu yana giderilebilmiş değil.

2017 de bu hatalar hakkında görevinden ayrılan ABD Savunma Bakanlığı Deneyler Bürosu Direktörü Michael Gilmore‘un “Yüzlerce kritik hata, F-35’in tam kapasiteli savaş makinesi olmasına izin vermiyor” dediği raporunda, “Bugün itibariyle, F-35’in hiçbir modifikasyonu savaşta güvertedeki silahları kullanamıyor” ifadeleri yer alıyor.(https://breakingdefense.com/tag/michael-gilmore/)

Bunun yanında; National Interest yazarlarından Dan Grazier ise şöyle yazmıştı.(https://www.star.com.tr/…/f35-savas-ucagi-hakkinda…/) “Yeni uçak, seleflerinin sahip olduğu manevra kabiliyetine sahip değil. Süpersonik hızlardaki uçuş parametreleri kabul edilemez durumda. Hız vektörünü değiştiren aerodinamik kuvvetler araca etki yapıyor. Üstelik F-35 hava savaşında tamamen çaresiz çünkü, mevcut işletim sistemi sadece iki ‘havadan havaya’ füzesiyle çalışabiliyor.”Dan Grazier’e göre; “ALÇAK İRTİFADA UÇAMIYOR” : Büyük umutlar bağlanan uçağın daha önce karadaki operasyona destek için kullanılmasının planlandığını hatırlatan uzman, “Ama kısa süre sonra uçağın alçak irtifada uçamadığı, yazılımının ise 4 namlulu GAU-22/A topuyla baş edemediği ortaya çıktı” dedi.Uçak gemisi için geliştiren F-35 modifikasyonun da askerleri hayal kırıklığına uğrattığını anlatan Grazier, “USS George Washington uçak gemisinde yapılan deneyler sırasında kabul edilemez dikey titreşimin tespit edildiğini” belirterek, “Pilotların kafası ışığa çarpıyordu.“”Maliyeti çok yüksek olan kasklar bile onları morluklardan kurtaramadı” diye yazdı.

“EN BÜYÜK SORUN MALİYETİ” En büyük sorunun F-35’in maliyeti olduğunu ifade eden Grazier, “Deney uçuşunun 1 saatinin ABD’li vergi mükelleflerine olan maliyeti 44 bin dolar. Uçuş bu kadar pahalıyken pilotlar, gereken becerileri elde etmek için yeterince zaman bulamayacak” yorumunda bulundu.”https://www.star.com.tr/…/f35-savas-ucagi-hakkinda…/https://www.star.com.tr/…/f35-savas-ucagi-hakkinda…/

F-35 savaş uçağı hakkında flaş iddia | STAR

Ülkeler; Devleti kuran veya büyük hizmetlerde bulunanlara  ölümlerinden sonra anıt mezarlar yapmışlardır. Türk Devleti de, çürümüş, harabolmuş, yıkılmak üzere olan asırlık Osmanlı İmparatorluğundan, bütün dünyanın takdir ettiği modern, dinamik ve güçlü bir Türkiye kuran Mustafa Kemal’e Atatürk ismini vermiş ve kendisinin vefatından sonra da Ankara’nın en güzel yerine bir Anıt-mezar yaptırmıştır. Bunun adına da Anıt-kabir demiştir.

Mustafa Kemal’e düşman ve  kötülük etmek isteyenler, O’nu sevmediği zannedilen kişiler değil, O’nun mirasını paylaşanlar, O’nun adını dillerine dolayarak Türkiye’nin idaresinin kendilerine ait olduğunu söyleyenler olmuştur. İşte  bunun bir örneği.

Aşağıdaki tarihlere dikkatinizi çekmek istiyorum:
10 Kasım 1938  Atatürk’ün ölümü, 10 Kasım 1953 Atatürk’ün nâşının Anıtkabir’e nakledilmesi. Anıtkabire nakil, ölümünden tam 15 yıl sonra gerçekleşiyor.
Bu sürenin 12 yılı  içinde Devleti idare eden Milli Şef İsmet İnönü’dür. Son 3 yılında ise Celal Bayar-Adnan Menderestir.

Anıtkabir’in yapımı çalışmalarının kronolojisi:

1 Mart 1941 tarihinde uluslararası bir yarışma açıldı.. Ölümünden tam 3 yıl sonra.
9 Ekim 1944 tarihinde yapım çalışmaları başladı. Ölümünden tam 6 yıl sonra.
1953 yılında Anıtkabir’in inşası tamamlandı. Ölümünden tam 15 yıl sonra
Şimdi sormak gerekmez mi; Savaşın Başkomutanı, Devletin Kurucusu, İlk Cumhurbaşkanı, bütün milletin ölümünde gözyaşı döktüğü bir milli Kahraman’ın anıt mezarının:

  • Yarışması ölümünden 3 yıl,
  • Yapıma başlaması 6 yıl,
  • Yapımının tamamlanması 15 yıl nasıl geciktirilebilir.

Bunun ilmi ve mantıki bir izahı var mıdır. ? 
Mustafa Kemal’in “Ebedi Şef” seçilmesine nazire olarak kendisine “Milli Şef” dedirten ve hayatı boyunca Mustafa Kemal’in yolunda gittiğini vurgulayan  İsmet İnönü, Şefinin mezarının yarışmasını bile 3 yıl sonra yapıyor, yapımına 6 yıl sonra başlıyor. İktidarda kaldığı 12 yıl içinde de bitirmiyor.  

O İnönü ki, Mustafa Kemal’in sağlığında söylenmemiş olan “Kemalist” sözcüğünü de ilk defa kullanan kişi..

Anıt mezarın 9 yılda tamamlanması akıl alacak bir durum değil. Öyle zannediyorum ki, İnönü döneminde 9 yıl içinde bitirilmeyen, kasıtlı geciktirilen Anıtkabir yapımı, DP iktidara gelmesi ile hakiki bir Atatürkçü olan Celal Bayar tarafından 3 yıl geçmeden bitirildi.

İnönü, Atatürk’ün mezarını geçiktirirken, Pullardan ve paralardan resimlerini kaldırmakta geçikmedi.

Artık şeffaflık isteyen ve sorgulama yapabilen beyinler var. Tek parti, Tek adam, Tek ideoloji dönemi bitti. 
Ya herkes buna alışacak veya Atatürk’ün gösterdiği hedef olan “Muasır medeniyetin üstüne çıkmak” hayal olacak..
(Muzaffer Deligöz-16.08.2004/güncelleme 2020)
———-

Anıt-Kabri yaptıran Celal Bayar’ı içeri almadılar..

(Alıntı: Ahmet Dönmez)

Bugün Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 70’inci yıldönümü. Binlerce insan Ata’sını anmak için Anıtkabir’e akın edecek. Yapımına karar verilen Anıtkabir’e ‘ilk çivi’ Atatürk’ün ölümünden tam 12 yıl sonra çakıldı.

Gerekçe ise halefi İsmet İnönü’nün ilgisizliğiydi. Atatürk’ün son başbakanı Celal Bayar’ın torunu Prof. Dr. Emine Gürsoy Naskali, birçok konuda olduğu gibi Anıtkabir’in inşasında da İnönü’nün ona karşı vefasız davrandığını belirtiyor.

Dedesinin hatıratından yola çıkarak, “Büyükbabamın ilk işi Anıtkabir’i bir an önce yaptırıp Atatürk’ü Etnografya Müzesi’nde bir tahta masanın üzerinde yatmaktan kurtarmaktı.” diyen Naskali, buna rağmen Bayar’ın cezaevinden çıktıktan sonra Anıtkabir’i ziyaretine izin verilmediğini söylüyor.

Atatürk’ün 10 Kasım 1938 yılında vefat etmesinin ardından defnedilmesi 15 yıl sürdü. Bu süre içerisinde naaşı Ankara’da Etnografya Müzesi’nde bir masanın üzerinde bekletildi. Anıtkabir yapma kararı 6 Aralık 1938’de alınmış olmasına rağmen Rasattepe’deki kamulaştırma çalışmaları bir türlü bitirilemediği için anıtmezar inşaatına başlanamıyordu. 14 Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti, hemen işe koyuldu.

Celal Bayar, cumhurbaşkanı seçildiğinin ilk haftasında Anıtkabir’in inşaatı konusunu ele aldı. Bayar, hatıratında bunu şöyle anlatıyor: “Bir defterim vardı, oraya günlük işlerimi not ederdim. Bu günlük notların ilk maddesini, daima Anıtkabir teşkil ederdi. Anıtkabir yapılıncaya ve o büyük eşsiz insan, ebedî istirahatgâhına terk olununcaya kadar not defterimin birinci maddesi değişmemiştir.” Bayar, ilk günlerde Anıtkabir’in inşa edileceği Rasattepe’ye gider, planları inceler ve ilgililerden bilgi alır. İşlerin ağır bir tempo ile yürütülmesinden rahatsız olarak hükümeti harekete geçirir. İnşaat hızlanırken Bayar zaman buldukça gider ve çalışmaları yerinde izler.

Anıtkabir’in heykelleri, kabartmaları, yazı ve mozaik işleri de DP döneminde yarışmaya açılır ve yaptırılır. İnşaat faaliyetlerini Başbakan Adnan Menderes de yakından takip eder. Bayar’ın bu konudaki görüşü, “İkimiz de yakından takip ettiğimiz için bu konuda birbirimize verecek taze haber bulamazdık. Yürümeyi çok seven Başvekil Menderes, sık sık Anıtkabir’e uğrayarak hem yürüyüş yapıyor hem de çalışmaların hızlandırılmasını teşvik ederdi.” şeklinde. Atatürk’ün bir tahta masa üzerinde yattığını düşünmenin kendisi için dayanılmaz bir sızı olduğunu ifade eden dönemin cumhurbaşkanı, hatıratına şu notu düşmüş: “Başvekil Adnan Menderes’le son bir defa daha Anıtkabir’i gözden geçirdik, karar verdik ki içinde bulunduğumuz 1953 yılının 10 Kasım’ında Atatürk’ü ebedî makberesine tevdi edebiliriz.”

Anıtkabir’i inşa ettiren Bayar, Yassıada mahkemesinde önce idama mahkum edildi, sonra ilerlemiş yaşı sebebiyle bu ceza müebbete çevrildi. 1961 yılında cezasını çekmek üzere Kayseri Cezaevi’ne gönderilen Bayar, burada yaklaşık 3 yıl kaldı. 1963’te alınan sağlık raporu üzerine tahliye edildi. Bayar, büyük bir konvoyla Ankara’ya geldi. Amacı Cebeci Mezarlığı’ndaki eşi Reşide Bayar’ı ve Anıtkabir’i ziyaret etmekti. Fakat Anıtkabir’i ziyaretine izin verilmedi.

Araştırmacı-yazar Süleyman Yeşilyurt’un ‘Paşalar’ isimli son kitabına göre, ziyaret gerçekleşmesin diye Anıtkabir o güne mahsus kapatılmıştı. Geceyi damadı Ahmet Gürsoy’un yeğeni Avukat Yılmaz Şahinalp’ın evinde geçirdi. Ertesi gün, kendisine sağlık raporu veren doktor tutuklanırken tahliye kararı da kaldırıldı ve 28 Mart’ta gözaltına alınarak tekrar Kayseri Cezaevi’ne konuldu. O gün yaşananları Zaman’a anlatan Şahinalp şunları söyledi: “Ankara’ya gelişiyle tansiyon yükseldi. Meneviş Sokak’taki evimiz taşlandı, camlar kırıldı. Sağlık raporunun sahte olduğu öne sürülerek gece yarısı itfaiye araçlarıyla gelip balkondan içeriye girdiler. Bayar’ı Numune Hastanesi’ne götürerek başka bir rapor aldılar.” Şahinalp, sadece Bayar’a yönelik bir uygulama olarak anılmaması için Anıtkabir’in o gün tüm ziyaretlere kapatıldığını anlattı. (Alıntı: Ahmet Dönmez)

ATATÜRK’ÜN  HAYATINDAKİ ÖNEMLİ TARİHLER:

1881 Mustafa’nın Selanik’te doğuşu
1893 Mustafa’nın Selanik Askeri Rüştiyesi’ne yazılması,
1896 Askeri Rüştüye’de Mustafa adlı öğretmeninin kendisine Kemal adını verdiği Mustafa Kemal, Manastır Askeri İdadisi (Lisesi)’ne geçti.
13 Mart 1899 Mustafa Kemal, İstanbul’da Harbiye (Harp Okulu) piyade sınıfına girdi.
10 Şubat 1902 Mustafa Kemal’in Harp Okulu’nu teğmen rütbesiyle bitirerek Harp Akademisi’ne geçmesi
11 Ocak 1905 Mustafa Kemal’in Kurmay Yüzbaşı olarak Harp Akademisi’nden mezun olması ve merkezi Şam’da bulunan Beşinci Ordu emrine verilmesi
Ekim 1905 Mustafa Kemal’in bazı arkadaşlarıyla birlikte Şam’da gizli “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kurması
20 Haziran 1907 Mustafa Kemal’in rütbesinin Kolağasılığına (kıdemli yüzbaşı) yükseltilmesi
13 Ekim 1907 Mustafa Kemal’in Selanik’te III. Ordu’ya atanması
15-16 Nisan 1909 Mustafa Kemal’in 31 Mart (13 Nisan) ayaklanması üzerine Hareket Ordusu’nun kurmay başkanı olarak İstanbul’a hareket etmesi
6 Eylül 1909 Mustafa Kemal’in Selanik’te III. Ordu Piyade Subay Talimgâhı Komutanı olması (aynı yıl içinde Kolağası rütbesiyle 38. Piyade Alayı komutanı olmuştur.)
Mayıs 1910 Mustafa Kemal’in Mahmut Şevket Paşa’nın kurmay başkanı olarak Arnavutluk harekâtlarında bulunması
17-21 Eylül 1910 Fransa’da yapılan manevralara (Picardie) Türk Ordusu temsilcisi olarak katılması.
13 Eylül 1911 Mustafa Kemal’in İstanbul’a Genelkurmay’a nakledilmesi
27 Kasım 1911 Mustafa Kemal’in Binbaşılığa yükseltilmesi
22 Aralık 1911 Mustafa Kemal’in İtalyan – Osmanlı Trablus savaşında Tobruz Taarruzunu başarıyla idare etmesi
25 Kasım 1912 Mustafa Kemal’in Bahrısefid Boğazı (Çanakkale) Kuvâ-yı Mürettebesi Harekât Şubesi Müdürlüğü’ne atanması
27 Ekim 1913 Mustafa Kemal’in Sofya Ataşemiliteri olması
1 Mart 1914 Mustafa Kemal’in Yarbaylığa yükselmesi
2 Şubat 1915 Mustafa Kemal’in Tekirdağ’da 19. Tümeni kurmaya başlaması (25 Şubat 1915’te tümen kuruluşunu tamamlayarak Maydos’a gelmiştir.)
25 Nisan 1915 İtilaf Devletlerinin Arıburnu’na asker çıkarmaları üzerine Mustafa Kemal’in tümeniyle düşmanı önleyerek durdurması.
1 Haziran 1915 Mustafa Kemal’in Albaylığa yükselmesi
8-9 Ağustos 1915 Mustafa Kemal’in Anafartalar Grubu Komutanlığı’na atanması
10 Ağustos 1915 Mustafa Kemal’in bizzat idare ettiği taarruzla Anafartalar cephesinde düşmanı geri atması
17 Ağustos 1915 Mustafa Kemal’in Kireçtepe’de zafer kazanması
21 Ağustos 1915 Mustafa Kemal’in II. Anafartalar Zaferini kazanması
1 Nisan 1916 Mustafa Kemal’in Tümgeneralliğe yükseltilmesi
7 Mart 1917 Mustafa Kemal’in Diyarbakır’daki II. Ordu Komutan Vekilliğine atanması
16 Mart 1917 Mustafa Kemal’in Diyarbakır’daki II. Ordu Komutanlığı’na asil olarak atanması
5 Temmuz 1917 Mustafa Kemal’in Halep’teki VII. Ordu Komutanlığı’na atanması
20 Eylül 1917 Mustafa Kemal’in VII. Ordu Komutanı sıfatıyla memleketin ve ordunun durumunu açıklayan tarihi raporunu göndermesi
15 Ekim 1917 Mustafa Kemal’in VII. Ordu Komutanlığı’ndan ayrılarak İstanbul’a dönmesi
15 Aralık 1917 Mustafa Kemal’in Veliaht Vahdettin ile Almanya’ya gitmesi
16 Aralık 1917 Mustafa Kemal’e “Birinci Rütbeden Kılıçlı Mecidi Nişanı” verilmesi
7 Ağustos 1918 Mustafa Kemal’in Filistin’de bulunan VII. Ordu Komutanlığı’na ikinci defa tayin edilmesi
26 Ekim 1918 Mustafa Kemal’in komuta ettiği VII. Ordu Birliklerinin düşman taarruzunu Halep’in kuzeyinde bugünkü sınırlarımız üzerinde durdurması
31 Ekim 1918 Mustafa Kemal’in Yıldırım Orduları Grubu Komutanı olması
13 Kasım 1918 Mustafa Kemal’in Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’nın lağvı üzerine İstanbul’a gitmesi
30 Nisan 1919 Mustafa Kemal’in IX. Ordu Müfettişi olması
16 Mayıs 1919 Mustafa Kemal’in Samsun’a gitmek üzere Bandırma Vapuru ile İstanbul’dan ayrılması
19 Mayıs 1919 Mustafa Kemal’in Samsun’a çıkması
21-22 Mayıs 1919 Mustafa Kemal’in Amasya’dan yolladığı genelgeyle, Milli Kuvvetleri bir gaye ve bir teşkilat çerçevesinde toplamak amacıyla Sivas Kongresi’ni toplanmaya çağırması
26 Haziran 1919 Amasya’dan Sivas’a hareketi
3 Temmuz 1919 Mustafa Kemal’in Erzurum’a ilk gelişi
8-9 Temmuz 1919 Mustafa Kemal’in resmi görevinden ve askerlikten çekilmesi
23 Temmuz 1919 Erzurum Kongresi’nin toplanması ve Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi’ne başkan seçilmesi
4 Eylül 1919 Sivas Kongresi’nin toplanması ve Mustafa Kemal’in Sivas Kongresi’ne başkan seçilmesi
11 Eylül 1919 Mustafa Kemal’in Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi Başkanlığına seçilmesi
20-22 Ekim 1919 Mustafa Kemal’in İstanbul’dan gelen Bahriye Nâzırı (Bakan) Salih Paşa ile Amasya’da görüşmesi ve Amasya bildirgesinin imzalanması
7 Kasım 1919 Mustafa Kemal’in İstanbul’da toplanması kararlaştırılan Osmanlı Meclisi için Erzurum’dan Milletvekili seçilmesi (Büyük Millet Meclisi’nin birinci dönemi için yapılan seçimde ve ondan sonraki seçimlerde Ankara’dan Milletvekili seçilmiştir.)
27 Aralık 1919 Mustafa Kemal’in Heyet-i Temsiliye üyeleriyle birlikte Ankara’ya gelmesi
16 Mart 1920 İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından işgali üzerine Mustafa Kemal’in durumu bütün devletler ve Millet Meclisleri nezdinde protesto etmesi ve Ankara’da yeni bir Millet Meclisi girişiminde bulunması
23 Nisan 1920 Mustafa Kemal’in Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açması
24 Nisan 1920 T.B.M.M.’nin Mustafa Kemal’i başkanlığa seçmesi
11 Mayıs 1920 Mustafa Kemal’in İstanbul Hükümetince ölüm cezasına çarptırılması (Bu karar 24 Mayıs 1920’de Padişah tarafından onaylanmıştır)
13 Eylül 1920 Mustafa Kemal tarafından “Halkçılık ” programının Büyük Millet Meclisine sunuluşu
5 Aralık 1920 Mustafa Kemal’in İstanbul’dan gelen Osmanlı delegeleri Ahmet İzzet ve Salih Paşa’larla Bilecik İstasyonunda görüşmesi
10 Mayıs 1921 Mustafa Kemal tarafından Büyük Millet Meclisi’nde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulması ve kendisinin Grup Başkanlığı’na seçilmesi
13 Haziran 1921 Mustafa Kemal’in Fransız temsilcisi F. Bouillon ile Ankara’da görüşmesi
5 Ağustos 1921 Büyük Millet Meclisi tarafından Mustafa Kemal’e Başkomutanlık görevinin verilmesi
23 Ağustos 1921 Mustafa Kemal’in 22 gün 22 gece süren Sakarya Meydan Savaşı’nı yönetmeye başlaması
13 Eylül 1921 Mustafa Kemal’in Sakarya Zaferi’ni kazanması
19 Eylül 1921 Mustafa Kemal’e Büyük Millet Meclisi tarafından Mareşallik rütbesinin ve Gazi unvanının verilmesi
26 Ağustos 1922 Gazi Mustafa Kemal’in Kocatepe’den Büyük Taarruzu idareye başlaması
30 Ağustos 1922 Gazi Mustafa Kemal’in Dumlupınar’da Başkomutan Meydan Savaşı’nı kazanması
10 Eylül 1922 Gazi Mustafa Kemal’in İzmir’e girişi
1 Kasım 1922 Gazi Mustafa Kemal’in teklifi üzerine Büyük Millet Meclisi’nin saltanatı kaldırılmasına karar verişi
14 Ocak 1923 Gazi Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım’ın İzmir’de ölümü
29 Ocak 1923 Gazi Mustafa Kemal’in İzmir’de Lâtife (Uşaklıgil) Hanım’la evlenmesi (5 Ağustos 1925’te ayrılmışlardır)
17 Şubat 1923 Gazi Mustafa Kemal’in İzmir’de ilk Türkiye İktisat Kongresi’ni açması
13 Ağustos 1923 Gazi Mustafa Kemal’in ikinci kez Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na seçilmesi
11 Eylül 1923 Gazi Mustafa Kemal’in Halk Partisi’ni kurması
29 Ekim 1923 Cumhuriyetin ilanı ve Gazi Mustafa Kemal’in ilk Cumhurbaşkanı seçilmesi
1 Mart 1924 Gazi Mustafa Kemal’in Büyük Millet Meclisi’ni açışı ve Halifeliğin kaldırılması ile öğretimin birleştirilmesi gereğini konuşmasında belirtmesi
23 Ağustos 1925 Gazi Mustafa Kemal’in Kastamonu’da şapka ve kıyafet devrimini başlatması
3 Ekim 1926 İstanbul’da Sarayburnu’nda Mustafa Kemal’in ilk heykelinin dikilmesi
1 Temmuz 1927 Gazi Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı sıfatıyla ilk defa İstanbul’a gelmesi
15-20 Ekim 1927 Gazi Mustafa Kemal’in CHP İkinci Kurultayı’nda tarihi büyük nutkunu söylemesi
1 Kasım 1927 Gazi Mustafa Kemal’in ikinci kez Cumhurbaşkanlığına seçilmesi
9-10 Ağustos 1928 Gazi Mustafa Kemal’in Sarayburnu’nda Türk harfleri hakkındaki nutkunu söylemesi
12 Nisan 1931 Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Tarih Kurumu’nun kurulması
4 Mayıs 1931 Mustafa Kemal’in üçüncü kez Cumhurbaşkanlığına seçilmesi
12 Temmuz 1932 Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Dil Kurumu’nun kurulması
29 Ekim 1933 Gazi Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü dolayısıyla tarihi nutkunu söylemesi
24 Kasım 1934 Büyük Millet Meclisi’nin Mustafa Kemal’e ATATÜRK soyadını veren yasayı kabul etmesi
1 Mart 1935 Atatürk’ün dördüncü kez Cumhurbaşkanı seçilmesi
11 Haziran 1937 Atatürk’ün çiftliklerini devlete ve bir kısım gayrimenkullerini Ankara Belediyesi’ne bağışlaması
30 Mart 1938 Atatürk’ün hastalığı hakkında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’nce ilk kez resmi tebliğ yayınlanması
5 Eylül 1938 Atatürk’ün vasiyetnamesini yazması (Açılış: 28 Kasım 1938)
16 Ekim 1938 Atatürk’ün hastalık durumu hakkında günlük resmi tebliğler yayımına başlanması
10 Kasım 1938 Atatürk’ün aramızdan ayrılması
21 Kasım 1938 Atatürk’ün cenazesinin Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabre törenle konulması
10 Kasım 1953 Atatürk’ün nâşının Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrinden Anıtkabir’e nakledilmesi
————–

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNİN VE RİSALE-İ NUR TALEBELERİNİN DAVALARINA GİREN AVUKATLAR:

1-YUSUF ZİYA SÖNMEZ: 1876 Fatsa doğumludur. Said Nursi ve talebelerinin 1943 Denizli mahkemesinin fahri avukatıdır. Ziya Sönmez aynı zamanda Bediüzzaman’ın ilk avukatıdır. Hz. Üstad’ın 1935 Eskişehir mahkemesi dâhil, daha önce hiç avukatı olmamıştı. Merhum Yusuf Ziya Sönmez, hâkimlikten emekli olduktan sonra Denizli’ye avukatlık yapmak üzere gelmişti. O tarihte Denizli’de sadece bir avukat vardı. Risalelerde ‘Avukat Ziya’ şeklinde adı çokça geçmektedir. Bediüzzaman Hazretlerinin, “Bizleri ebede kadar minnettar eyledi” dediği ilk avukatı Yusuf Ziya Sönmez, 1949 yılında İzmir’de vefat etti. Mezarı Karşıyaka kabristanındadır. 

2-AHMET HİKMET GÖNEN: 1912 Afyon doğumludur. Afyon Baro Başkanlığı da yapmıştır. Bediüzzaman ve talebelerinin 1948 Afyon mahkemesinin avukatlığını yaptı. Risalelerde adı ‘Avukat Hikmet’ şeklinde geçmektedir. On Dördüncü Şua’da, “Başbakanlığa, Adliye Başkanlığına, Dâhiliye Bakanlığına” diye başlayan ve “Bir tek gayem vardır” şeklinde devam dilekçeyi 1948 senesinde Bediüzzaman’ın avukatı Ahmet Hikmet Gönen yazmıştır. Said Nursi Hazretleri bu parçayı beğenip takdir etmiş ve altına kendi imzasının atılmasını kabul etmiştir

3-HULUSÎ BİTLİSÎ AKTÜRK: 1881 yılında Bitlis’te doğmuştur 1948’de Afyon mahkemesinde, 1949’da da Ankara Temyiz Mahkemesi’nde Bediüzzaman’ın avukatlığını yapmıştır. 1948 yılı sonlarında, Abdurrahim Zapsu’nun sahibi olduğu Ehli Sünnet mecmuasında Bediüzzaman hazretleriyle alâkalı kıymetli makaleler yazmıştır. 1967 yılında Ankara’da vefat etti.

4- HALİL HİLMİ BOZCA: 1888 Bolvadin doğumludur. TBMM 1. Dönem Afyonkarahisar milletvekilidir. Afyon Baro başkanlığı da yapmıştır. 1948 Afyon davasında Bediüzzaman ve talebelerinin avukatıdır. Hz. Üstad, Ondördüncü Şuâ’da avukatı Halil Hilmi’den şöyle bahsetmektedir: “Avukata, reise okutmak için parçayı gönderdiniz mi? Hem Halil Hilmi, vahdet-i mes’ele itibariyle yalnız Sabri’nin değil, belki umumumuzun avukatıdır. Ben bu nazarla ona bakıyorum. Şimdi umumumuzun hesabına birinci avukatımıza tam yardım etsin.” Bayram Yüksel ve İbrahim Fakazlı ağabeylerden kaydettiğim ses kaydında, Avukat Halil Hilmi’nin Afyon mahkeme heyetine karşı, Bediüzzaman’ın Rusya esaretinde ‘Nikola’ya ayağa kalkmama’ hadisesini okuduğunu anlatmaktadırlar. Muhtemelen Hz. Üstad’ın: “Avukata, reise okutmak için parçayı gönderdiniz mi?” diye sorduğu, bu parça olabilir.

5-ABDURRAHMAN ŞEREF LAÇ: 1908 yılında Prizren’de doğdu. 1948’de Afyon’da Bediüzzaman’ın fahri avukatlığını yaptı. 1952 İstanbul Gençlik Rehberi davasına da girdi ve en uzun müdafaayı yaptı. Daha sonraları başka Risale-i Nur davalarına da girdi. 17 Eylül 1982 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

6-MİHRİ HELAV: Aslen Kerküklüdür. Bediüzzaman hazretlerinden, Eski Said döneminde Van Horhor Medresesi’nde ders almıştır. Bediüzzaman’ın 1952 İstanbul Gençlik Rehberi davasına girdi. Emirdağ Lâhikası’nda Hz. Üstad kendisinden şöyle bahsediyor: “Eski Said’in mühim bir talebesi Avukat Mehmed Mihri ve dava vekili damadı Âsım olarak demişler ki: Elli avukat ile beraber bu mes’ele için mahkemeye gireceğim. Fakat inşâallah ona hacet kalmadan ve mahkemeye düşmeden alacağım.” Mihri Helav 1957’de vefat etti.

7-SENİYÜDDİN BAŞAK: Doğum yeri ve tarihini tespit edemedim. Bediüzzaman Said Nursi’nin 1952 İstanbul Gençlik Rehberi davasına girdi ve kısa bir müdafaa yaptı. 15 Mart 1963’de vefat etti. 

8-LATİF AYKUT: Avukat Latif Aykut’a, 15 Şubat 1952 tarihinde Bediüzzaman Hazretleri tarafından verilmiş bir vekâlet örneği arşivimde var. Fakat davalara girip girmediğini tespit edemedim. 

9-BEKİR BERK: 1926 Ordu do­ğum­ludur. 1973 se­ne­si­ne ka­dar İs­tan­bul Ba­ro­su’na ka­yıt­lı ola­rak avu­kat­lık yap­tı. 1958’de Is­par­ta mil­let­ve­ki­li Dr. Tah­sin To­la’nın tek­li­fiy­le ilk de­fa bir Risale-i Nur da­va­sı­nın ve­kâ­le­ti­ni al­dı. Daha son­ra­la­rı Üs­tad haz­ret­le­ri­ni zi­ya­ret eden Be­kir Berk, Hz. Üs­tad’tan bü­yük il­ti­fat­lar gör­dü. Ve Bediüzzaman hiç tereddüt etmeden Avukat Bekir Berk’e ait çok sayıda antetli boş A4 kağıdının altına mührünü basarak vekâletini verdi. Bekir Berk artık hayatını Nur davalarına vakfetmiş, 163. mad­de’nin tam bir uz­ma­nı ol­arak, bin­ler­ce Nur da­va­sın­da, bin­ler­ce maz­lu­mun im­da­dı­na ye­tiş­miş­tir. 1971 İz­mir Sı­kıy­ö­ne­tim Mah­ke­me­since tutuklandı, hapis yattı. Ka­de­rin sev­kiy­le 1974 yı­lın­dan iti­ba­ren Cid­de Rad­yo­su’n­da pro­gram­cı ve spi­ker ola­rak hiz­met et­ti. 14 Ha­zi­ran 1992’de ter­his tez­kere­si­ni alıp ebe­dî âle­me irtihal eyledi. Merhum Bekir Berk’in Risale-i Nur davalarına nasıl vakf-ı hayat ettiği Avukat Gültekin Sarıgül maddesinde anlatılmıştır.

10-GÜLTEKİN SARIGÜL: 1937 Antalya/Korkuteli/ Başpınar köyünde dünyaya gelmiştir. 1956’da Ankara Hukuk Fakültesine okurken Bediüzzaman ismini duyar ve 1959’da Isparta’da Üstad’ı ziyaret eder, hayır dualarını alır. 1961’de Sivas’ta askerliğini yapmakta iken, bir gün ziyaretine Av. Bekir Berk gelir. Ve kendisine: “Kardeşim ben henüz bu davalar için kendimi vakf-ı hayat etmedim. Ama bu mahkemeden sonra dünyevî davaları bırakıp, Allah lütfederse vaktimi sadece Risale-i Nur davalarına hasredeceğim. Sen de kendini ona göre hazırla, inşallah bu davaları beraber takip edelim” teklifinde bulunur. Gültekin Sarıgül hiç düşünmeden: “Evet! Ben de öyle düşünüyorum” der. Gültekin Sarıgül 1963 senesinde Bekir Berk ile beraber Burdur’da ilk defa bir Risale-i Nur davasına girer. Bu şekilde bu iki büyük avukat kendilerini nur davalarına adamışlardır. İki avukatın aralarında 11 sene yaş ve kıdem farkı vardır. Gültekin Sarıgül 1967’de yedi ay Van cezaevinde yatar. 1971’de de İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından tevkif edilir, bir sene ceza alır. 28 yıl boyunca 3 bine yakın davayı takip eder. Diğer efsanevi Avukat Bekir Berk, 1973’te Türkiye’den ayrılıp Cidde’ye yerleşince, davaların çoğu üzerine kalır. Ta ki 1991’de 163. madde kaldırılıncaya kadar… Gültekin Sarıgül hayattadır.

11-HÜSAMEDDİN AKMUMCU: 1923 İstanbul doğumludur fakat ceddi Isparta/Uluborluludur. Isparta’ya 1950’lili yılların sonlarında Risale-i Nur davalarına girmek için avukat olarak gelir. Vilayet olarak Kars ve Erzincan dışında bütün illerde 163. madde ile ilgili İslamî davalara girer, Müslümanlara, bilhassa Nur talebelerine sahip çıkar. Milletvekilliği de yapmıştır. 1960 Şubat ayında yine bir gün Isparta’da, vefatına bir ay kala Üstad hazretlerini ziyarete gider. Çıkışta polis Hüsameddin Akmumcu’yu karakola götürür. Bunu duyan Hz. Üstad bu talebesini kurtarmak için hemen avukatı olarak vekâletini verir. Hüsameddin Akmumcu Bediüzzaman hazretlerinin çok sevdiği Eğridirli Hakkı Tığlı’nın damadıdır. 15 Nisan 2011 tarihinde Isparta’da vefat etmiştir.

12-NECDET DOĞANATA: Necdet Doğanata 1933 Düzce doğumludur. 1958’den 1965’e kadar İzmir’de sekiz yıl avukatlık yaptı. Avukat Necdet Doğanata başta Ahmed Feyzi Kul olmak üzere, çok sayıdaki Risale-i Nur talebelerinin davalarına girmiştir. Vefatına yakın Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin vekâletini de almıştır. Bu vekâlet alma işi; Said Nursi hazretlerinin 1 Ocak 1960 tarihinde İstanbul ziyareti sırasında Necdet Doğanata’nın gazetelerde fotoğrafı çıkınca, Hz. Üstad tarafından bu sevgili talebesini müşfik kolları altına almak, korumak maksadıyla verilmiştir. Necdet Doğanata 27 Ekim 2012 tarihinde vefat etti.

13-SUUDİ REŞAT SARUHAN: 1926 Rize doğumludur. Hâkimlik, Savcılık yapmıştır. Emekli olduktan sonra avukat olarak çok sayıda Risale-i Nur davalarına girmiştir. Milletvekilliği de yapmıştır. 8 Eylül 1999 tarihinde İstanbul’da vefat etti.

14-İBRAHİM HİLMİ ÜNLÜ: 1942 Afyon/Bolvadin doğumludur. Bekir Berk’in teklifiyle ‘Hukuk’ mesleğini seçiyor ve daha talebeliğinden itibaren Bekir Berk’in beşer takatinin sınırlarını zorlayan iş yükünü paylaşıyor. Avukat İbrahim Ünlü, Bekir Berk’in 1973 yılının sonlarında avukatlığı bırakıp yurt dışına ayrılmasından sonra, O’nun yıllarca büro olarak kullandığı Kığılı Pasaj’daki bürosunu kullanmaya devam etti. Türkiye’nin hemen her tarafındaki nur davalarına gitti. 1991 senesinde 163. madde kaldırılıncaya kadar bu Risale-i Nur davalarına devam etti. İbrahim Ünlü hayattadır.

15- MUSTAFA TUNCEL: Safa Mürsel müstear ismiyle yazarlık da yapan Avukat Mustafa Tuncel 1949 Denizli/Tavas doğumludur. İstanbul’da Avukat İbrahim Ünlü ile birlikte görev taksimatı yaparak hizmet verdi. Çok sayıdaki Risale-i Nur talebelerinin davalarına girdi. Hayattadır.

16-REŞAT YAZAK: 1943 Adapazarı doğumludur. Uzun yıllardan beri İzmir’de avukatlık yapmaktadır. Daha çok İzmir ve Ege bölgesi Risale-i Nur davalarına girmiştir. Bilhassa 1973 yılında Bekir Berk’in yurt dışına hicret etmesinden sonra nur talebelerinin davalarına sahip çıkan avukatlardan olmuştur. Halen İzmir’de avukatlık yapmaktadır.

17- MUSTAFA ÖZERTAN: 1925 Bandırma doğumludur. İstanbul Hukuk’un ilk senesinde Nur talebeleriyle tanışır. Bandırma’da da evinde Nur dersleri yapılmaya başlar. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra evi aranır. Bu esnada kendisi İstanbul’da bulunmaktadır. ilk gemi ile Bandırma’ya döner ve tutuklanır. Bir müddet tutuklu kalıp beraat eder. Bursa, Ankara, Kastamonu, Gölcük gibi muhtelif şehirlerdeki Risale-i Nur davalarına da girer.
10 Ağustos 2013 tarihinde rahmet-i Rahman’a kavuşur.

Bu avukatların dışında daha başka avukatlar da Risale-i Nur davalarına girmiş ve Risale-i N uuru müdafaa etmişlerdir. Bunlardan bazıları şunlardır: Ankara’da Mustafa Egemen ve Vecihi Işık, İzmir’de Ömer Lütfi Bozcalı, Adana’da Ali Haydar Aksay, Bandırmadan Mustafa Özertan, Yozgat’ta Ömer Akdoğan, Maraş’ta Mahmut Ramazanoğlu, İzmir’de Nadir Latif İslam.

Suudi Arabistan 22-23 Eylül 2020 tarihlerinde büyük Tüccar ve Sanayacileri Ticaret Odalarında topladı. Şirket Yetkililerine;

1-Bu ay sonundan itibaren Türkiye ile hiçbir ticari münasebet ve muamelede bulunulmayacak,

2-Daha önce yapılmış anlaşmalar yıl sonuna kadar sonlandırılacak,

3-Bu hususların yerine getşirilmesi için her şirket taahhütname verecek,

4-Bu hususlara uymayan şirketler cezalandırılacak, hususları tebliğ edildi.

Yıllardır Türkiye ile çalışan, Türkiyede yatırımları olan, Suudi Arabistanda taahhüt almış ve iş yapmakta olan Türk şirketlerinin ortakları bu duruma itiraz ederek, bunun hem Ülkeye hem de şirketlere büyük zarar vereceğini söyledilerse de, Ekim sonu tarihi, ancak yılsonuna kadar uzatıldı.

Aslında bu konuda 2019 da Suudi Odalar Birliği (Council of Saudşi Chambers-CSC) Başkanı Sami bin Abdullah Al-Obaidi, odalara Türkiye ile ticaret yapmamalarını, Türkiye’de yatırım yapmamaları için ikazda bulunmuştu. Ancak bu seferki kadar bağlayıcılığı yoktu.

1-Bilindiği üzere; Türkiye’nin en büyük Otomobil Üretim firması TOYOTA-SA’daki Sabancı Holding’in hisselerin alan Suudi Abdul Latif Jameel-A.L.J Grup TOYOTA TÜRKİYE’nin tek sahibi oldu. Toyota’nın dünyadaki en büyük distribütörü konumunda olan Grup aynı zamanda Daihatsu ve Lexus markalarının da global olarak en büyük satıcılarından biri.

2-Aynı grubun, Türkiye’de kurduğu ALJ Finansal Hizmetler A.Ş. ve ALJ Finansman A.Ş. (ALJ Finans), Mayıs 2011 itibarıyla faal..

3- 2009 da NUROL Holdingin %51 hissesi olarak kurulan Savunma Şirketi FNSS, Suudi Arabistan Ordusunun önemli tedarikcilerinden biridir. Ayrıca; NUROL Holding, Riyad’da Suudi Devletine ait MUC Al-Kharj tesislerinde savunma sanayi üretimi yapıyor. 200 den fazla çalışanı olan bu tesiste Suudi Arabistan Kara KUvvetleri için M113 araç modernizasyonu proğramı devam ediyor.4- Kaşıkcı olayı sebebiyle Suudi-Türkiye siyasi ilişkileri gerilirken, NUROL Holding Suudilerin gözde Türk şirketi olarak devam etti. 2019 da Suudilerle RIXOS Turizm yatırımı için ALJ Group ile anlaşmalar yapıldı.

4- Kaşıkcı olayı sebebiyle Suudi-Türkiye siyasi ilişkileri gerilirken, NUROL Holding Suudilerin gözde Türk şirketi olarak devam etti. 2019 da Suudilerle RIXOS Turizm yatırımı için ALJ Group ile anlaşmalar yapıldı.
5-2015 Temmuzunda 2,3 milyar $ Mekke Metronun 2 hat ihalesini Ortak Girişim Grubu ile birlikte KOLİN İnşaat aldı.
6-Ekim/2016 da Suudi Enerji, Endüstri, ve Doğal Kaynaklar Bakanı Al-Fatih, ARAMCO’nun 18 Türk şirketi ile SAUDİ 2030 VİZYONU kapsamında Mutabakat zaptı imzaladı. ARAMCO CEO su Amin Nasser “Türk Şirketleri ile çalışmayı dört gözle beklediklerini” ifade etti. Bu mutabakat, Türk Firmalarına ARAMCO’nun çeşitli projelerinde ihaleye girme hakkı veriyordu. Türk Şirketleri:(TAV-ENKA-İLK-STFA-NUROL-FERNAS-YÜKSEL-KOLİN-YAPI MERKEZİ-DORCE-DOĞUŞ-ÜSTAY-TACA-ZAFER-METAĞ-GAP-AGE)
7- AL-BARAKA Suudlu Salih Kamil’e, TÜRKİYE FİNANS İSE Şeyh Abdullah Bahamdan’in sahibi olduğu Suudi Arabistan’ın en büyük bankası The National Commercial Bank’a (NCB) SATILDI.
8-Suudi Arabistanda 660 milyon $ yatırımı olan 203 Türk şirketi var.
9-Ticaret Bakanı PEKCAN’ın açıklamasına göre; 2019 da Türkiye’de 425 Suudi firması var. Iraklıların ise, 2.751, Suriyelilerin ise 15.159 firması var.
10- 20-22/Kasım/2019 da TURSAP EXPO 6.TÜRK-ARAP YAPI, İNŞAAT MALZEMELERİ FUARINA 500 arap yatırımcı katıldı.

Bunlar sadece benim hemen bulabildiklerim. Aslında Suudi Arabistan’ın birçok şehrinde daha birçok işşcilerimiz ve firmalarımız var. KAŞIKCI OLAYINI ellerine-yüzlerine bulaştırdıkları gibi, TÜRKLERE BOYKOT meselesinden nasıl sıyrılacaklar bakalım..
S.ARABİSTANDA BİR ALIŞKANLIK VAR: Bir Suudi şirketi bir ihaleye teklif verdiği zaman, sanki o ihaleyi almış gibi hemen mobilyaları değiştirir, yeni malzemeler alır. İhaleyi alamasa bile yaptığı harcamaya pek acımaz. Buna ben Suudi Arabistanda bulunduğum uzun seneler hep şahit oldum.
Hayırlısı OLsun…

Saudi Arabia pressuring local businesses not to trade with Turkey

Time dergisinde yayımlanan “Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Osmanlı İmparatorluğu sevgisi neden dünyayı kaygılandırmalı” başlıklı yazıda son dönemde Türkiye’nin attığı adımlara dikkat çekildi.

Yale Üniversitesi’nden Tarih Bölümü Başkanı ve Profesör Alan Mikhail, dergide yayımlanan yazısında, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi, Karadeniz ve Akdeniz’de doğal gaz sahalarının keşfedilmesi, İsrail ile Birleşik Arap Emirlikleri arasında yapılan anlaşma sonrası Filistinlilere destek mesajı ve Ankara’da Hamas heyetinin karşılanması gibi adımlarla Erdoğan’ın “İslamcı güç vizyonunu” dünyaya gösterdiğini belirtiyor.

Makalede sosyal medya özgürlüklerinin kısıtlanması, 2011 İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmenin tartışılması gibi konular ‘demokratik halkları endişelendirecek’ başlıklar olarak gösteriliyor.

“Aldığı örnek Yavuz Sultan Selim”

Erdoğan’ın Osmanlı İmparatorluğu’nu “diriltme” konusunda çok şey yazılıp çizildiği belirtilen yazıda, Cumhurbaşkanının kendisine Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim‘i örnek aldığı ileri sürülüyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş sınırlara kavuşmasını sağlayan I. Selim, imparatorluğu “güçlü bir bölgesel güçten devasa bir küresel imparatorluğa” dönüştüren isim olarak görülüyor.

Yazıda 5 asır önce yaşamış bu padişahın, Washington’dan Pekin’e, yabancı ve yerli rakipleri yenmesi için ve küresel bir güç haline gelmesi için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a bir şablon sunduğu ifade ediliyor.

Time‘daki yazıda “Erdoğan’ın Türkiye’deki laik kesime karşı Osmanlı’nın kültürel ve siyasi gücünü kaynak alıp bunu İslam’ı savunmakta kullandığını” belirtiliyor.

Erdoğan’ın Selim’in Türk siyasi gücü vizyonunu benimsemesine karşı dikkatli olunmasını gerektiğinin altını çizen yazar, I. Selim’in “bölgesel savaşlara, dini azınlıkların ortadan kaldırılmasına ve küresel ekonomik kaynakların tekelleşmesine yol açan güçlü adam siyasetinin tarihsel bir örneğini temsil ettiğini” ifade ediyor.

Karadeniz’de Doğalgaz bulundu..

Yazara göre, ülke sınırları çevresindeki doğal gaz rezervlerini tekeline alma girişimlerinin yanı sıra Erdoğan’ın Libya, Yemen ve Suriye’deki askeri girişimleri de Yavuz örneğinden esinlenerek atılmış adımlar.

1

Takip Et